İLK KONUĞUMUZ BİR KRAL
Silivri/Semizkumlar’daki Büyük Erseven Tatil Köyü’nden Kavaklı köyündeki “Küçük Çiftlik”imize taşındığımız yıllarda, İstanbul’da Florya’da oturuyorduk.
Aynı bahçedeki komşularımın yaşça başça en büyüğü “Plakçılar Kralı” adıyla ünlü Hilmi Coşkun âbimizdi.
Aynı köydendik ve akraba… Bana hep “Hısım!” diye hitap ederdi. Hemşerileriyle yakından ilgilenir, işlerinde başarılı olmaları için yol gösterip yüreklendirerek teşvik ederdi onları.
İşte bu yüzden Unkapanı’ndaki İMÇ çarşısında bulunan plakçı ve kasetçilerin nerdeyse hepsi Aksekili, çoğu da bizim köylüydü. Tabii onların en büyüğü, en ünlüsü de Coşkun Plak’tı.
Hilmi Âbi, 1980’li yıllarda Florya’da oturduğu Coşkun Villa’nın bahçesine dört villa daha yaptırmak ister. Yüzde 50 ile anlaştığı bir müteahhide verir işi. Kendi payına düşen iki villanın birini kızı Alev’e, birini büyük oğlu Kudret’e verecektir. İyi de öteki ikisi kimin olacak?
Tabii inşaatı yapan müteahhit kime satarsa…
İyi de, ya rahat ve huzurunu bozacak fitneci, yaramaz biri gelirse?
Her olasılığı düşünmek gerekir baştan, değil mi ya? İşi tesadüfe bırakmaz; akıllı hiçbir insan. Öyleyse, gerekeni yapmalı, önlemini almalıydı şimdiden.
Ataköy’de bir apartman dairesinde oturuyorduk biz o sıra. Bir akşam, eşi İhsaniye Abla ile ziyaretimize gelirken, bunları düşünüyormuş; Hilmi Coşkun âbimiz. Ve o akşam bize, yapımına yeni başlanan o villalardan birini satın almayı teklif etti.
“Çok teşekkür ederiz âbi de birikmiş paramız yok henüz” dediysek de:
“Parası olduktan sonra herkes alır. Borç yiğidin kamçısıdır. Siz ikiniz de öğretmenlikten istifa edip bir yayınevi kurmuş cesur insanlarsınız. Çalışıyorsunuz, kazanacaksınız. Elinizdeki senetleri, çekleri verir, kalanını da takside bağlarsınız; olur biter.” deyince, itiraz edemedik artık.
Dördüncü villa için de Kapalıçarşı’dan tanıdığı Kürkçü Yaşar Tokalı’yı seçmişti.
Aynı bahçede olduğumuz için, her gün görüşebiliyorduk Hilmi Âbi’yle. Meraklı olduğu için, “Çiftlik ne durumda?” diye soruyordu sık sık.
Konuk ağırlayacak duruma da gelmiştik artık bahçemizde. İlk olarak Hilmi Âbi’lerle yüz metre kadar ilerimizde oturan Kapalıçarşı’daki Coşkun Plak’ın sahibi en küçük kardeşi Muhsin Coşkun’u davet edelim dedik.
Aslında yine plakçılık yapan ortanca kardeşleri Mehmet Coşkun ve Ayhan Coşkun da o civardaydı ama nedense onlarla Hilmi Âbi ve aynı yaşlarda olduğum Muhsin kardeşim kadar ailece yakın bir ilişkimiz yoktu.
Hilmi Âbi gülleri çok severdi. Coşkun Villa’sının bahçesinde her türlü gülü görebilirdiniz. Küçük Çiftlik’mize gelince de güller dikkatini çekti ilk kez. Kapıdan girince yolun sağı solu açmış güllerle doluydu çünkü.
“Küçük Çiftlik değil, gül bahçesi olmuş burası hısım!” demek oldu ilk sözü. Ve havuza yöneldi hemen.
“Evet, bunu iyi düşünmüşsünüz işte! Böyle güzel bir gül bahçesine, böyle bir havuz yakışırdı. Hısım, senin değil de akılı gelinimiz Güler Hanım’ın fikri sanki bu güzellikler!” dedi ki doğruydu elbet.
Güler Erkan gibi bir eşim olmasa, böyle bir bahçem olamazdı ki benim.
“Biraz küçük mü olmuş havuz?” diyecek oldum:
“Daha büyüğü güzel olmazdı. Palmiyeleri de iyi düşünmüşsünüz. Biraz büyüyünce, havuz ile birlikte çok güzel bir manzara olur. Evet, siz ne dersiniz?” diye sordu eşi İhsaniye Abla ile kardeşi Muhsin ve eşi Perihan Hanım’a.
Onlar da onayladılar.
“Evet, sıra geldi evinizi görmeye.” deyip balkon merdivenine yöneldi.
“Âbi, yoldan geldiniz; yorgunsunuz. Önce çayımızı, kahvemizi içelim; sonra gezelim evi” dediysem de:
“Hayır! Önce gezelim; çay, kahve sonra…” dedi.
Balkon duvarlarının ahşap lambri ile kaplanmasını çok beğendi. Balkon kapısından girdiğimiz salon duvarlarının da ahşap oluşunu ayrıca takdir etti.
Sanki satın alacakmış gibi, odalara tek tek girip baktı. “Çok güzel, çok güzel!” derken, eşim: “Odalar biraz küçük olmuş, değil mi Âbi?” deyince:
“Hayır, hiç de değil… Yazlık burası. Bence en doğrusunu yapmış, her odaya banyo ve tuvalet koymuşsunuz. Bunu hanginiz düşündüyse, çok doğru! Tuvaleti ve banyosu olmayan büyük oda ne işime yarar benim?” deyip eleştiri yerine beğenisini dile getirdi hep.
Kızımız Dilem’in “çatı katı”nı da gezip üst balkondan denizi görünce, ayrıca memnun oldu.
“Evet… İşte şimdi çayımızı kahvemizi içebiliriz artık.” deyip balkondaki koltuklardan birini havuza doğru çevirip oturdu.
Çaylarımızı içerken:
“Deniz kıyısındaki bir tatil köyünde, çok güzel bir villanız vardı sizin. Nerden aklınıza geldi, böyle bir düşünce?” diye sorunca Âbi’miz, anlattım öykümüzü. Bitince sözüm:
“Ben derim ya her zaman, benim hısımım akıllıdır ama gelinimiz Güler Hanım daha akıllı…”
Ben, İhsaniye Abla ve Perihan Hanım’ı da onurlandırmak için:
“Sözünüzü canı gönülden onaylıyorum Âbi de, ‘Bütün kadınlar erkeklerden daha akıllıdır.’ desek, daha doğru olmaz mı?” diye soruverdim.
Şöyle bir anlamlı anlamlı bakıp gözlerimin içine:
“Hayır hısım! Bütün kadınlar değil ama bazı kadınlar gerçekten erkeklerden daha akıllı.” deyip noktayı koydu. Kralın sözüne itiraz edecek babayiğit nerde?
On beş, on altı yaşlarındaki kızımız Dilem, yaşıtları Muhsin’in kızı Hicran, kardeşleri Yıldırım ve Burhan ile çoktan girmişlerdi havuza. Neşeyle yüzüyor, şakalaşıp gülüşüyorlardı.
Zevkle izledik, onları bir süre. 1990’lı yılların başları olduğuna göre, yaklaşık 30 yıl geçmiş aradan. O günlerin çocukları, anne – baba oldular çoktan. Dahası, lise ve üniversiteye gidiyor şimdi, onların çocukları. Üniversiteyi bitirip işe atılanlar bile var.
Biz dursak bile yerimizde, dünya dönüyor; dönüyor durmadan.
Yan tarafta mangalı çoktan yakmış olmalı ki bahçıvanımız İlyas Efendi, pirzola kokusu geldi burnumuza.
Vakit öğleyi çoktan geçtiğine göre, yemek masası kurulmalıydı artık. (Devam edecek)