DARILMADIK DA, GÜCENMEDİK DE
“Küçük Çiftlik” adını verdiğimiz bahçemizde biz tavuklarımızı susuz ve yemsiz bırakmıyorduk; onlar da bizi yumurtasız…
Onları iki, üç metrekarelik bir kümese hapsetmemiş, yaklaşık yarım dönüm bir alanda serbestçe gezip dolaşmalarına fırsat hazırlamıştık.
Bu hizmetin karşılığı olarak her sabah rafadan taze bir yumurta yemeye başlamıştım. Pazarlarda, özellikle de marketlerde satılan yumurtalardan çok farklıydı lezzeti.
Niçin mi dediniz?
Çünkü doğal bir ortamda doğal besleniyordu; bizim tavuklarımız. Güneşte, toprakta serbestçe geziniyorlar; yiyeceklerini kendileri arayıp buluyorlar; beğendiklerini yiyorlardı.
Tavuk besleyebildiğimize göre koyun, keçi, ya da inek besleyemez miydik?
Taze, doğal süt de içemez miydik? Yoğurdumuzu, ayranımızı, peynirimizi de kendimiz yapamaz mıydık?
Eşime söyleyince bu düşüncemi, “Neden olmasın?” dedi.
Güzel!..
İlk engeli rahat geçmiştim. İkinci engeldeydi sıra. İkinci engel ne olabilirdi sizce?
Kızımız Dilem mi?
Hayır, hayır!.. Kızımız hiçbir hayvana hayır demezdi. Yalnızca kuşu, kelebeği değil yılanı, fareyi bile sever, zarar verilmesini istemezdi hiç.
“Öyleyse, engel olarak ne kalıyor ki geriye?” diyorsunuz, öyle mi?
İneği biz alacaktık ama biz bakamazdık ki ona. Öyleyse bahçıvanımız İlyas Efendi ile eşi Sebile Hanım’ın da evet demesi gerekiyordu buna.
Çalışanlarımızın hoşuna gitmeyecek bir işi zorla niçin yaptıralım ki? Yirmi yıl süren öğretmenlik dönemimde de emretmeyi sevmedim hiç, İstanbul Milli Eğitim Müdür Yardımcısı ve yayınevi genel yönetmeniyken de…
Benimsenmeyen, içten gelip isteyerek değil de zorla yapılan hiçbir işin tadı tuzu yoktur çünkü. Sevmediğim bir şeyi niçin aşkla, şevkle yapmak istemezsem ben, başkaları niçin istesin ki?
Öncesi için bir şey diyemem de ilk gençlik yıllarımdan bu yana, karşımdaki ister büyük olsun benden, ister aynı yaşlarda, isterse küçük, kendimi onun yerine koyarak düşünmeye, ona göre konuşup davranmaya özen göstermişimdir hep.
Bu alışkanlığımı nerden, nasıl kazandım bilmiyorum ama bu huyum, sonradan pişman olup utanacağım çirkin sözler söylemekten de alıkoydu beni hep, yanlış karar vermekten de…
“Gereksiz ayrıntılar bunlar” diyorsunuz, değil mi? Haklısınız, gerçekten de gereksiz… Asıl konuya geçeyim hemen:
Evet, çiftliğimize bir inek alalım; diye düşünmüştüm. Eşim de hiç düşünmeden evet demişti; kızım Dilem de…
İyi de bahçıvanımız İlyas Efendi ve eşi Sebile Hanım ne diyecekti?
“Ne demek, ne diyecekler? Onlar sizin maaşlı çalışanlarınız. Sormaya gerek yok ki. Siz ne derseniz, ne emrederseniz, onlar onu yapacak. Hayır demeye, itiraz etmeye hakları yok ki. Ne hadlerine!..” demiyorsunuz umarım.
Yol boyu ve havuz çevresinde renk renk güllerimiz açmış, diktiğimiz fidanlar yeşermiş, sürgün verip boy atmaya başlamıştı ama gölgesinde oturacak tek bir ağacımız yoktu henüz. O nedenle havuz çevresine gölgelik iki şemsiye koymuştum.
Balkon önündeki çime de havuza tam ortadan bakan bir masa ve sandalyeler yerleştirdik. Özellikle güneş battıktan sonra akşam yemeklerimizi bu masada yiyor; çayımızı, kahvemizi burada içiyorduk.
Bir akşam, çaya davet ettik İlyas Efendileri. Çay dışında tatlı da ikram etti eşim, mevsim meyveleri de…
Biz dinlemeyi tercih edip onları konuşturduk daha çok. Bir ara:
“Sebile Hanım, yeni yavrulamış bir inek alsak, kahvaltılarımızı kendi ineğimizin sütüyle ile yapsak ne güzel olur değil mi?” diye soruverdim.
O henüz bir şey demeden eşim de:
“Bence de iyi olur. Yalnızca süt içmekle kalmayız; yoğurt da yaparız, peynir de yaparız.” diye destekledi görüşümü.
“Ne iyi olur! Biz size söylemeyi düşündük de ayıp mı olur diye çekindik.” diyeceğini sanırdım; Sebile Hanım’ın. Yanılmışım. Ne dedi bakınız:
“Bulgaristan’da iken bizim de vardı ineğimiz. Sütümüzü de dışarıdan almıyorduk; yoğurdumuzu, ayranımızı, hatta peynirimizi, yağımızı da… Ancak dışarıdan göründüğü gibi çok kolay değildir inek beslemek.
Bol süt almak için bol ot, bol yem ve bol küspe ile beslemek gerekir. Biz karı-koca iki kişi, gördüğünüz gibi, sabahtan akşama çalışarak anca yetiştirebiliyoruz işleri. Onun için, inek almayalım; derim ben.”
Eşine dönüp bakarak, “İlyas ne der, bilmem.” deyip noktayı koydu.
Benim yapımda bir insan olan İlyas Efendi, eşinin hayır dediği bir şeye evet der miydi hiç? Üç aşağı beş yukarı benzer gerekçelerle onun da oyu “hayır” oldu.
“Beş litre süt alsanız; bir hafta yeter size Hüseyin Bey. Değmez, bunun için onca masrafa ve emeğe.” dedi ki, Sebile Hanım gibi, İlyas Efendi de haklıydı. Bir daha hiç açmadık; bu konuyu.
Böyle düşündükleri için darılmadık da onlara, gücenmedik de…
Başka bir bahara kaldı; bizim bu özlemimiz. (Devam edecek)