“Kar yağıyor. Taneler nasıl da büyük. Görünmez bir iple sarkıtılmış gibi ağır ağır, döne döne iniyor yere. Hava sakin ve sessiz, kar taneleri uysal bir kedi gibi dokunuyor yere. Benim içimdeyse cehennem alevleri… Acılarım boğazımda düğümlü, nefesim kesiliyor. Onun kabrini ziyaret etmeliyim. Hasan’ım, böyle bir havada aldılar seni elimden.”
Hatice evden çıkmadan önce ıslak gözlerini, omuzuna düşen yazmasının ucuyla silerken yedi yaşındaki büyük oğlu İsmail’in “Ana!” diye seslenmesiyle derin düşüncelerinden uyanmıştı. Başını örttükten sora pencerenin önündeki sedirden kalkarak ağır adımlarla kapıya doğru yürümüş, sonra da kendisini dışarı atmıştı. İsmail, annesinin elinden tutarak yanında yürümek istediyse de babasının işaretini görünce geri çekildi. Baba oğul biliyordu onun nereye gideceğini.
Daracık sokağın sessizliği, Hatice’nin hüzünlü ve mahzun haline eşlik ediyordu. Yol kenarlarında biriken karlar, beyaza bürünen ağaçlar, dağlara çöken sis, koşarak giden birkaç insanın telaşı ona anlamsız geldi. Bu seneki kış kendisine hep yalnızlığı, çaresizliği hatırlatıyordu.
Dünya bir an gözüne boş göründü. Olduğu yerde öylece durdu. Denize doğru baktı ne gemi, ne de sahilde bir insan vardı. Hatice, gece de olsa gündüz de olsa tenha yerlerden korkardı. İçi ürperince dönüp eve gitmek istedi. Sonra Hasan’ı düşününce vazgeçti. Sancılı yüreği dönmek istemedi.
Açıkta demir atan gemiler, yolcu ve yüklerini mavnalara yükleyip sahilde boşaltırlardı. Diğer yerlere yolcu götürüp getiren kayıklar da buraya yanaşırdı. Belirli zamanlarda iskele ve civarı bundan dolayı kalabalık olurdu. Şimdiyse ne açıkta demir atan bir gemi ne de karla kaplanmış iskelede ayak izi vardı. Kar ise hazin hatıraları örtmek istercesine aralıksız yağıyordu.
Hatice’ nin omuzlarında biriken kar dünyanın yükü gibiydi. Ağır adımlarla oraya doğru yürüdü. Gözünden süzülen yaş karlara karışıyordu. Acı duygular Hatice’nin gönlüne dolunca, sanki zaman dururdu. O anlarda kederli günleriyle, mutlu günleri birbirine karışırdı. Kocası Sait, ona engel olmaz hissettiği duygularını yaşamasına imkân tanırdı. Kimi zaman Hatice’nin yanı başında olur, kimi zaman da onu uzaktan korur kollardı. Onu seyrederken bulut gibi dolan gözlerine hâkim olamaz, bakışlarını yere dikerdi.
Hatice denizle iskelenin birleştiği yerdeki yassı kayaları seyretti biraz. Köpüklü dalgaların kabarıp kayaya çarpması, Gülcemal Vapurunun arkasında bıraktığı korkunç beyaz köpükleri hatırlattı. Ürktü, titredi bir an. Soğuktan mı, üzüntüden mi, yoksa korkudan mıydı bilemedi. Karla örtülmüş kumsala çevirdi gözlerini, öylece baktı. Gözüne bir başka yermiş gibi geldi, oysa yaz aylarında defalarca burada oturmuş uzakları seyretmişti. İskelenin üstünü kapatan karı, ayaklarıyla sağa sola savurarak uca doğru yürüdü. Sanki bir an önce acılarına dönmenin telaşındaydı. Göç ve ölümlerden doğan yeni hayatını ne kabul edebiliyor ne de alışabiliyordu.
Oysa Türkiye’ye dönme kararını duyunca sevinçten günlerce gözüne uyku girmemiş, bin bir türlü güzel hayaller kurmuştu. Çalcılar’dan çıkıp öküz arabasıyla Kozana’ ya oradan da Selanik’e varmaları haftalar sürmüştü. Yollarda Yunan çeteleri tarafından çekmedikleri eziyet kalmamıştı. Yanlarına aldıkları ne varsa yağmalanmış, birçok insan katledilmişti. O uzun, çileli yollarda Hatice, henüz bebek olan kızı Zeynep’i, sonra da ikinci oğlu Hüseyin’i Selanik ’de toprağa vermişti.
Selanik… Onca insanın kıymetsizleştiği, aşağılandığı, hor görüldüğü; kaldırımlarda, yırtık küçük eski çadırlarda aç, susuz ve sefalet içinde aylarca bekletildiği güzel Selanik. Umutlarını yitiren kederli insanlara mezar olan Selanik… Bir zamanlar vatanken şimdi zulümden çıkış kapısı, kurtuluş limanı Selanik.
Karlı tipili mart ayında yüzlerce yorgun, bitkin, tükenmiş insan, sabırla kendilerini Türkiye’ ye götürecek olan Gülcemal Vapuru ’nu bekliyordu. Onlar Gülcemal Vapuru ‘nu beklerken kol gezen salgın hastalıklar da büyük, küçük demeden insanları yok ediyordu. Bin bir meşakkatle Kozana’dan trene binenler, Selanik ‘de indiriliyor, sefil bir yaşamın kucağına terk ediliyordu. Hüseyin hastalanmıştı. Günden güne sağlığı kötüye giden çocuğa ne doktor bakıyordu ne de oradaki herhangi bir görevli. Hatice ve Sait ne kadar çırpındıysa nafile. Zeynep’in ardından Hüseyin’i de Selanik ‘de toprağa vermişlerdi.
Göç sırasında büyük sıkıntılar içindeydi herkes. Aylar sonra beklenen gün gelmişti. Çifte bacasından kara duman çıkaran Gülcemal vapuru, dört ihtişamlı direğiyle kurtarıcı kahraman gibi görünüyordu. Bütün güzelliğiyle yaklaşmıştı aylarca yolunu gözleyenlerin önüne. Artık birçok insanın kaderinin kesişeceği, değişeceği yerdi Gülcemal.
Mahşer yeriydi rıhtım. Onca insan ellerinde kalan birkaç eşyayla vapura binme çabasındaydı. Epeyce bir itiş kakıştan sonra nihayet binebilmişlerdi.
***
Yola çıktıklarının kaçıncı günü olduğunu düşündü Hatice. Geride bıraktıklarının acısı canını yaksa da hınca hınç dolu olan vapurda kendisini güvende hissediyordu. Yunan’ın zulmünden kurtulmuşlardı kurtulmasına ama bu sefer de vapurdaki salgın başlarına bela olmuştu. Yarı aç, yarı tok yol aldıkları karlı ve soğuk havada, günde kaç cenazenin denize atıldığını kimse sayamıyordu. “Birkaç gün sonra bu vakitlerde Samsun sularında olacağız inşallah. Dayanın.” diye bağıran görevliye, “Samsun’ un denizi de pek çukurluymuş, bizi sallayıp durur.” diye şaka bile yapıyorlardı.
Günlerdir hasta olan Hasan, o sabah iyice kötüleşmiş, gözlerini açamaz olmuştu.
Öğlene doğru Hatice’nin, “Hasannn! Hasanımmm. Sait yetiş, Zeynep’im, Hüseyin’ im gibi Hasanım da gitti!” feryadı gökyüzüne yayılmıştı.
Birkaç saat sonra diğer cenazelerle birlikte Hasan’ın da cenazesi define hazırlanmıştı. Annesinin ve babasının kollarından koparılan Hasan, denize bırakılmıştı. Denize atılan oğlunun cenazesini dalgaların nasıl yuttuğunu gören Hatice çılgına dönmüştü. Sait ve yolcular Hatice’yi zapt etmekte zorlanmışlardı. Sonra zayıf bedeni acıya, çırpınmaya, feryada dayanamamış, düşüp bayılmıştı.
Kahırlı yüreğinin sızısı, gözünün yaşı, dilinin ağıtı dinmiyordu Hatice’nin. Kaptan kısa tuttuğu konuşmasının sonunda, “Sıraya girin, mavnalara bineceksiniz. Hadi geçmiş olsun. Yeni yurdunuz hayırlı olsun… ” demişti.
Geride bıraktıklarının yaralarını içlerinde taşıyarak yeni şehirlerine ulaşmışlardı.
***
İskelenin ucunda duran Hatice, gözlerini uzaklara dikerek, aylardır bitmeyen ağıtını söylemeğe başladı. Birkaç adım arkasında bekleyen Sait’ in yanan yüreği sessizce Hatice’ nin ağıtına eşlik ediyordu.
“Kızım kızım telli kızım
Sana ne oldu bilmedim
Hiç ömrümde böyle ölüm görmedim.
Ben ölünce beni kim gömecek
…
Mezarım olsaydı
Yol kenarında
Adım yazılsaydı
Mermer taşında.”
05.03.2021/Konya