Bitkindi. Göğsünde ki ağrının üstüne elini koyarak ağır adımlarla mutfağa doğru yürüdü. Soldaki terekten aldığı bakır tası suyla doldurdu. Pencerenin önündeki kırmızı kilim örtülü sedire geçip oturdu. Tastan içtiği bir iki yudum serin su içini ferahlattı. Başını pencereden yana çevirdiğinde gözü yine o iki katlı Rum evine ilişti kaldı. Aklından “Meğer insan en çok da suskunken düşünüyormuş. Konuşurken sadece konuşacaklarını düşünüyormuş.” diye geçirdi. İçi sızladı, yüreğinde taşıdığı onca acının sebebi onlar değil miydi?
Kasabanın ortasındaki iki katlı taş evin alt katı kasap dükkânıydı. Köylerinde ki gibi olmasa da kazancı geçinmeye yetiyordu. Oysa geldikleri yerde her şey nasıl da boldu. Hatırı sayılır biriydi kocası.
Bu kasabanın içindeki evlerin çoğu aynı modeldi. Bu evlerde mübadeleden önce Rumlar yaşıyormuş. Şimdiyse onların olmuştu. Yüzyıllardır onların olan topraklar, yaşadıkları evler de onların olmuştu. Hiçbir şey Fatma’nın gözünde yoktu. Evlere baktıkça başından geçenleri düşünen Fatma’ nın ciğeri yeniden alevleniyor “Evlatlarım!” diye sessiz figan ediyordu.
Gelin geldiği Çalcılar da ki evlerinde ne güzel bir yaşantıları vardı. Çocuklarının cıvıltılarla koşup, oynadıkları avluluyu, avluya açılan o kocaman evini özlüyordu. Toprak zenginiydi kocası. Tütün, mısır, buğday, üzüm yetiştirir; hayvancılık da yapardı. Üstelik köyün orta yerine sülalelerinin adı olan İshaklar Camii adında bir de cami yaptırmıştı. Herkes onlara itibar ederdi. Sonra savaşın soğuk rüzgârı onları da savurmaya başlamıştı. Bir zamanlar birlikte yaşadıkları ve dost bildikleri insanlar, şimdi burunlarının dibindeki düşmanları olmuştu. Her fırsatta azılı bir canavar gibi saldırıyor, önlerine çıkan herkesi öldürüyorlardı. Yurtlarını yuvalarını yağmalıyor, sonra da ateşe veriyorlardı. Dört yüz yıldan fazla yurt edindikleri, emek verdikleri topraklarında onlar tarafından görmedikleri zulüm kalmamıştı.
1924 de mübadele kararı çıkıncaya kadar geçen zaman içinde Türklüklerini ve dini inançlarını korumak için büyük mücadeleler vermişlerdi. Canlarıyla, kanlarıyla onca bedel ödemişlerdi. Mallarına, ürünlerine el koymuşlardı. Bir taraftan geriye kalanlarla geçimlerini sağlamaya çalışırken, bir taraftan da dağlarda köylerini korumak için nöbet tutmuşlardı. Çalkantının içinde olan Rumeli’de bu zulümler yaşanırken, Anadolu’da yangın yeri gibiydi.
Fatma, kederden solmuş yüzünü pencereye doğru çevirerek başını duvara yasladı. Tertemiz gökyüzünü seyrederken morarmış dudaklarından “İnsana yaşamayı sevdirmeğe çalışıyor sanki. Oysa üzüldüğüm, kahrolduğum ne çok şey var bu dünyada. Başımdan geçenleri bilmeyenler bana ‘Üzülme.’ diyorlar. Sanki üzüntümü doğarken avuçlarımda mı getirdim? Oysa bu yüreğimde neler saklıdır.” diye fısıltılar döküldü. Başından sıyrılarak omuzlarına düşen beyaz tülbendi, örgülü siyah saçlarını ortaya çıkarmıştı. Sanki kanı çekilmiş, içinde hiç bir duygusu, sevinci kalmamıştı, Çoğu zaman oğlu İsmail haricinde kimseyle konuşmuyordu. Bir müddet evlerinin önündeki ana caddeden gelip geçen insanlara baktı. Sonra karşısında ki sisli yeşil dağları seyretti. Sonbaharın son günleri olsa da Karadeniz’ ın yeşili solmamıştı. Ne zaman dışarıyı seyretse gördüğü renk armonisi onu alır Çalcılar’ ın zümrüt ovasına götürürdü.
Hayal dünyasında gezinirken gözü yine caddenin karşısında ki Rum evinin bahçesinde ki ceviz ağacına ilişti. Koca ağaçta dala tutunan tek sarı yaprak kalmıştı. Bir rüzgâr esse hemen düşecek gibiydi. İçine bir ürperti düştü. “İsmail, oğlum! Dalımda kalan tek yaprağım.” diye telaşla seslendi. Hasta annesinin yanına koşarak gelen İsmail’e defalarca sarıldı, öptü, kokladı. Sanki kaybettiği diğer üç evladını da hasretle öpüyor, kokluyordu.
Annesinin göğsünden başını kaldıran İsmail merhametli bakışlarını annesinin ıslak gözlerine çevirdi. Hiçbir şey demeden bir müddet baktı baktı, tekrar başını annesinin yanan yüreğine yasladı. Zalimlerin elinden bir tek o kurtulabilmişti. Zülâl, Hasan, Hüseyin daldaki yapraklar gibi düşmanın rüzgârında bir bir savrulmuştu. Üstelik onlar daha yeni filizleniyordu. Yeni umutlar, yeni hayaller bulmaya çalışsa da, olanlar Fatma’ nın gözünün önünden hiç gitmiyordu. Onlarsız geçirdiği her an da sanki içine ateşten bir nehir akıyor, bütün zerresini yakıyordu.
Sonbahar sokakları allayıp pullasa da onlar için acılıydı. Altı ay önce başka bir yaşama, başka bir âleme düşmüşlerdi. Onca kalabalıkla başladıkları yolculukta ne çok şey yaşamışlardı. Gecenin yarısında ormanın ayaz karanlığından geçerken, Rum çetecilerinin saldırısına uğradıklarında çok şehit vermişlerdi. Kocası Sait ve eli tüfek tutan diğer akrabaları çetecileri korkutup kaçırmışlardı. Şafak sökene kadar süren çatışma nihayet bittiğinde çalılıklara saklanan yaşlılar, kadınlar ve çocuklar tek tek ortaya çıkmışlardı. Yakınlarını kaybedenlerin sessiz feryatları sanki şafağı deliyor, ufku kızıla boyuyordu.
Siper ettiği ağacın arkasından çıkan Sait herkesi bir araya toplayarak yapılması gerekenleri söylemiş, hızlıca mezar kazmaya başlamışlardı.
“Fatma neredesin, çocuklar iyi mi? Hadi hemen yola devam edelim. Yine saldırabilirler, buradan Kozana’ ya az kaldı. Ha gayret kardaşlar. ” diye seslenen Sait, üzüntüsünü yüreğinin derininde yaşıyordu.
Ne ölenleri saymıştı Sait, ne de geriye kalanları. O an da ki tek isteği içli hıçkırıkların yayıldığı tuzak dolu ormandan bir an önce kurtulmaktı.
Bir yaşında olan kızı Zülâl’i sırtına bağlayan Fatma altı yaşındaki ikizleri Hasan ve Hüseyin’in elinden tutarak kocasının ve oğlu İsmail’ in peşinden bitkin bir halde yürüyordu. İki öküzün çektiği arabayı eşkıyalar yüzünden yolda bırakmak zorunda kalmasalardı bu kadar yorulmayacaklardı.
“Fatma dur, Sait ağabey az dur.” diye telaşla bağıran amcakızı Ayşe’ ye herkes “Durmanın sırası mı şimdi?” diye soru soran meraklı gözlerle baktı. “Ağabey Fatma’ nın sırtına bir bakalım. Zülâl… Zülâl…”
Sırtına bağladığı kızını hızlıca çözdüklerinde Fatma’ nın yüzüne yayılan acı ıstırapların en büyüğüydü. Kafasının arkasından tek kurşunla vurulan Zülâl hemen ölmüş, bedeni soğumaya başlamıştı. Kızını kucağına alan Fatma’ nın takati kesilmiş, olduğu yere çökmüştü. “Allahım bu nasıl bir azap? Cehennem de miyiz biz?” diye inlerken, gönlünden dökülen ağıtlarını sadece kendisi duyuyordu. Zaman kavramını yitirmişti Fatma.
Kendi kendine fısıltıyla konuşan Fatma sırtında taşıdığı kızının ne zaman vurulduğunu bir türlü kestiremiyordu. Aklını yitirmiş gibiydi. “Ormana girmeden önceki çatışmada mı, yoksa saklandıkları çalılıklarda mı, ya da eşkıyadan kaçarken mi? İnsanlar ayakta ölürler mi hiç? Bu nasıl iştir? Benim küçücük kızım sırtımda ayakta ölmüş. Melekler nasıl ölebilir Allah’ım? Ona değen kurşun bana değseydi. Zülalim… Küçük kuzum… ” diye yanıp yakılıyordu.
Neden sonra Sait gözyaşlarını silerek toparlandı. Vakit epeyce ilerlemişti. Fatma’nın kucağından zorla kopardığı biricik kızını, asırlarca yaşadıkları toprağın bağrına emanet ederken içinden “Bedelini mi aldın benden ey kadim vatan?” diyerek derin bir ah çekti. Dönüp dönüp arkasına bakan Fatma geride kalan küçücük kızının yalnızlığını düşündü. Canı daha çok yandı, gözyaşları içinde yola koyuldu. Yüzüne yayılan acı ve içinde ki buhranlar dışarıdan da görünüyordu.
O güne kadar ölüm hayatın dışında bir şeydi onun için. Hiç düşünmemişti. Gençti, hayat doluydu Fatma. İnsanların tattıkları zevkleri, güzellikleri ailesiyle birlikte bu güzelim dünyada yaşamak istiyordu. Oysa güzel bellediği bu dünya, içinde onun için neler barındırıyordu, o da bilmiyordu.
“Ana… Ana babam seni çağırıyor duymuyor musun?” diye seslenen oğlunun sesiyle kahreden anılarından kurtulan Fatma, görünen manzaranın ötesindeki bıraktıklarını düşünüyordu.