Mehmed Akif’in Kur’ân Tasavvuru
Onun yaşadığı dönemde Kur’ân’ın hayat veren ruhundan ve buyruklarından uzaklaşılmıştı. Kur’ân’ın toplumu ıslah eden prensiplerini tatbik etmeyen Müslüman, onu mezarlık kitabı, muska veya mûsıkî vasıtası haline getirmişti.
“İnmemiştir hele Kur’ân, şunu hakkıyla bilin:
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!”
Akif de: “Sen Ey içine kapanan kişi! Kalk ve insanları vahiyle uyar!” hitabından hissesini aldı. Kur’ân-ı Kerim’i bu halet içinde okuma, anlama çabası, Akif’in dünyasında derin çığırlar açtı. Dönemin türlü acılarının içinde yoğrulan üstad “Garbın afâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar…” nâralarıyla küfre, haksızlığa, zulme, şahsiyetsizliğe karşı insanlığı uyarmayı kendine vazife bilmiştir.
Mehmet Akif Allah Rasulü’nden; “Kur’ân, Allah’ın, insan üzerindeki bir hüccetidir, direktifidir ki ona uyanı kurtarır, mutlu eder, aykırı yol tutanı ise özürsüz hale getirir” şiarını öğrenmişti.
Mehmet Akif, yine O’nun hadis-i şerifine tabi olarak Kur’ân’ı, “Rabbinin mahlûkuna gönderdiği bir mektup” bildi. Hz. Peygamber’den sonra onu sanki yeryüzünde yalnız kendisine gönderilmiş gibi okudu.
Âkif’e göre Kur’ân, toplumun yaşadığı problemlerin teşhisini yaptığı gibi, onlara çözüm önerilerini de göstermekteydi. Akif’e göre Müslümanların bölünmüşlüğü, gerilemesi ve zillet içerisinde kıvranması Kur’ân’ı doğru anlamamak ve onun gereklerini yerine getirmemekten kaynaklanmaktaydı. Çözüm ise Kur’ân’ı iniş gayesi doğrultusunda doğru bir şekilde anlamak ve onu hayat rehberi edinmekti.
Akif Döneminde Kur’ân’ı Anlamaya Duyulan İhtiyaç ve Meal Yazımı
Cumhuriyet döneminde toplum bir müddetten beri Kur’ân’ı gereği gibi ele almıyordu. Kur’ân’a büyük saygı duyan Türk milleti ile onun arasına adeta sisler girmiş, hatta duvarlar örülmüştü. Halkın ekserisi Kur’ân dili olan Arapçayı bilmiyordu. O zamana kadar Kur’ân’ı açıklamak için yazılmış olan tefsir kitapları genel olarak Arap dilinde idi ve geniş kitlenin istifadesinden ziyade, yüksek bir ilmi seviyeye ve seçkin bir ilim ehline hitab ediyordu.
Bu tefsirlerin çoğu eski dönemde yazılmış olmak itibarıyla toplumun şimdiki ihtiyaçlarına cevap vermede sınırlı kalıyordu. Toplumun Kur’ân kaynağından beslenmesini sağlayacak kanallarda tıkanıklık baş göstermişti. Dolayısıyla eğitimsizlik, gaflet, “nasıl olsa biz Kur’ân’ı okuyor ve biliyoruz” şeklindeki benimseme, bu rehberden layıkıyla faydalanmaya mani oluyordu.
Onun deyimiyle; “milletler topla, tüfekle, zırhla, ordularla, tayyarelerle yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi hevasına, kendi menfaatini temin etmek kaygısına düştüğü zaman yıkılır.”
Akif’in Kur’ân tercümesi hazırlama talebini kabul etmesi de, toplumumuzun Kur’ân-ı Kerim’in hidayetiyle içli dışlı olma ihtiyacına cevap vermek için olmuştur. Milletimizin Türk dilinde hazırlanacak yeni bir Kur’ân tefsirine ihtiyacı 1925 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülmüş bu ihtiyacın karşılanması kararlaştırılmış ve bu görev Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilmişti. Başkan Rifat Börekçi ile yardımcısı Ahmed Hamdi Akseki’nin ricalarıyla tefsir yazımı Elmalılı Muhammed Hamdi (Yazır)’ın uhdesine verilmişti.
Mehmed Akif de ısrar ve ricalardan sonra, bu tefsir çalışması içinde yer almayı ve “meal” tarzında olması şartıyla Ku’ân’ı tercüme etmeyi kabul etmiş, Diyanet İşleri Başkanlığı ile sözleşme imzaladıktan kısa bir süre sonra Mısır’a gitmişti. Bu meal ile ilgili çok şey söylenip yazılmıştır. Fakat sonuç itibarıyla anlaşıldığına göre Mehmet Akif yaklaşık yedi yıl süren çalışma ile Meal-i Şerif’i dikkatle tamamlamıştır.
17 Aralık 1929’da yazdığı mektupta: “Tercüme bitti ama tebyizi (temize çekilmesi) bitmedi. Bakalım o mu benden evvel bitecek, yoksa ben mi ondan evvel biteceğim?” ifadesinde ne kadar zorlandığını vurgulamıştır.
Fakat Eşref Edip’e yazdığı 5 Ocak 1931 tarihli mektupta tercümeyi bitirdiğini fakat göndermekten vazgeçtiğini, Diyanet İşleri Başkanlığı ile yaptığı sözleşmeyi de fesh etmek istediğini söylemiştir.
Bunun üzerine meal, Hamdi Efendi tarafından yazılmıştır. Mehmet Akif, Meal’ini göndermemesinin sebebini belirtmiyor. Fakat bunun kuvvetle muhtemel sebebinin, o sıralarda camilerde Kur’ân tercümesiyle namaz kıldırma teşebbüsleri olup hazırladığı mealin bu yanlış uygulamaya alet edilebileceği olduğu kanaati yaygındır.
Tamamlanan Kur’ân tercümesi, şairin çeşitli endişelere dayanan vasiyeti gereği, vefatından sonra yakılmıştır. Yakılan Tercüme:
“O bir eserdi ki yangın denilse layıktı
Eğer kalaydı, yakar kül ederdi imanı.
O bir ateşti ki sönmezdi etmeden ihrâk,
Yakıldı, sönmesi kurtardı nass-ı Kur’ân’ı.”
Akif hassasiyetini, Sebîlürreşâd Dergisi’nin tefsir kısmının kendisine verilmesi istenince; “Bu benim işim değil, bunun usûl ve kaidesi var ki benim onlarla fazla ilgim yok.” diye itiraz ederek göstermiştir.
Mehmed Akif’in Kur’ân ile Bağlarını Güçlendiren Etkenler
Mehmet Akif’in Kur’ân-ı Kerîm ile olan ilişkisini güçlendiren en önemli etken, güçlü Arapça bilgisidir. Yine çocukluk yıllarında babasından aldığı derslerle başlayan Arap lisanıyla ilgili eğitimi veya birikimi, zaman içinde birçok eser tercüme edecek kadar güçlenmiştir. Ayrıca Kur’ân ve Arapça’nın dışındaki tefsir, hadis, kelam gibi temel İslâmî ilimlerdeki bilgi birikimidir.
Mehmet Âkif’in Kur’ân-ı Kerîm, Arapça ve İslâmî ilimler sahalarındaki söz konusu bilgi ve birikimi, gerek Balkan Harbi, Birinci Dünya Harbi ve Millî Mücadele yıllarında cami kürsüleri veya minberlerinde hutbe okuma ve vaaz verme görevlerinde, gerekse çeşitli dergilerdeki yazıları ve tercümelerinde çok daha somut biçimde karşımıza çıkar.
Mehmet Âkif’in şiirlerinde Kur’ân’ın birinci sırada bir kaynak oluşu, şairin hayatında Kur’ân ile olan yakın ilişkisi ve bu ilişkinin tabii sonucu olan inançları, düşünceleri ve dünya görüşü ile yakından alâkalıdır.
Mehmet Âkif, Osmanlı-Türk toplumunun uzun süren çöküş ve çözülüş süreci esnasında Kur’ân-ı Kerîm’i, imanı ve inançları kadar, dünya görüşü ve toplumsal projesinin de merkezine yerleştirmiştir.
Âkif, Kur’ân hakkında konuşma ve yazmanın sorumluluk gerektiren bir iş olduğunun farkında idi. Bu yüzden, ilmî ve resmî çevrelerce Kur’ân mealini yazmakla görevlendirilmek istendiğinde, bu görevi almakta tereddüt göstermiştir. O, Kur’ân üzerinde yazıp söylemenin bu ağır sorumluluğu altında ezilmemek için, Allah Kelâmı hakkında yanlış bir şey söylerim yahut Kur’ân benim meâlimle yanlış işlere alet edilir endişesiyle yedi yıllık göz nuru emeğinin yakılmasını istemişti.
Buna rağmen o, Kur’ân üzerindeki bu çalışması ile kendisi pek çok şey kazanmış, ilim, irfan ve imanını artırmıştır.
Allah’ın Kelâmı Kur’ân, eşsiz lafız ve sonsuz manalarıyla kıyamete kadar insanlığın yolunu aydınlatmaya, insanları gerçeklere çağırmaya devam edecektir. Kur’ân, müminlerin iman ve fikir kaynağı, onların dünya ve ahretteki sadık dostudur.
Pek çok şiir ve nesir yazıları, bu çalışmalarında serdettiği fikirleri, farklı ve çarpıcı bakış açıları, en önemlisi de inandığı gibi yaşama azmi, âyetleri günümüze taşıma kaygısı ve bu doğrultudaki macera dolu duruşu, aktif iyi olma yolundaki direnişi ile inceleme ve araştırılmaya değer olan Kur’ân Hafızı, Kur’ân Muhafızı, Kur’ân Uzmanı ve Kur’ân Şairi olan Âkif günümüze de ışık tutmaya devam etmektedir.
Neden bugün Akif’lerin sayısı az diyorsak, Kur’ân ile olan ilişkimizin ölçüsüne bakmalıyız. Her bireyin asli görevi Akif’in bıraktığı o kutlu mirası omuzlayıp, vahyin nurlu ışığından azami ölçüde faydalanmaktır.
Bugün Akif’in bize bırakmak istediği âyet dolu sayfalar değil içinde ki mesajıdır. Evet, onun meali elimizde değildir, fakat Akif’in misyonu omuzlarımızda ağır bir yüktür. Süleyman Nazif’in dediği gibi“Eğer Allah Kur’ân’ı Türkçe inzal etseydi Akif’in lisanîyle inzal buyururdu.”
Üstad Akif, Meal’ini yaktırarak kimilerine göre yanlış kimilerine göre doğru olduğu tartışılır tutumuyla bize hangi mesajı bıraktı? Değerler elden çıkınca kıymete binmeye mahkûmdur hep. Meal’i bugün elimizde olsaydı Akif’ten ne eksilirdi? Akif’in kaleminden çıkan Meal yok oldu, fakat o kaleme ilham veren Kur’an bugün hala Akif’ler çıkarmaya aday.
Akif’in ahlakına talip olanlar, onun kalemine inen o yüce ilhama da talip olurlar. Fakat Akif’ce bir ahlak var ya, yine gelir mi bilinmez bu topraklara.
“Şiir için gözyaşı derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzarım!”
İstiklal Şairi Mehmet Akif, herkesin örnek alabileceği bir zenginliğe sahiptir. Bize düşen görev milli ve manevi değerlerinizin kıymetini bilmek, Akif’in büyük eseri Safahat’ı okumak, anlamak, gelecek nesillere de anlatmaktır. Onu örnek almak, milli birlik ve kardeşliğimizin bekası için Mehmet Akif Ersoy gibi saygın büyüklerimize de sahip çıkmak asli görevimiz olmalıdır…