Çok farklı toplumsal yaşam biçimlerini bir arada yaşayan 78 kuşağı, diğer kuşakların ‘tek tipliliğine’ karşın, bir ömre tekabül eden müthiş bir çeşitlilik ve renkliliği yaşamakta. Ve diyorum ki üç toplum biçiminin yol çatında bulunan bu kuşak, “Hayattan fazla hayat yaşadık” diyebilirler.
Kötülüklerin egemenliğindeki yaşamımıza bir de Covid – 19 salgınının eklendiği günümüzde şanslı olmak bahsi, gereksiz hatta saçma görülebilir. Ancak yaşamın sonsuz çeşitliliğinde her şeyin yeri vardır.
Charles Dickens, “İki Şehrin Hikâyesi” romanına, “Tüm zamanların en iyisi ve en kötüsüydü… Akıl çağı, budalalık çağı, inanç çağı, umut baharı ve umutsuzluk kışıydı… Yaşamak için hem çok şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu” diye başlar.
Dickens’ın çizdiği bu tezatlı tablo, her ne kadar 1789 Fransız Devrimi’nin hemen öncesindeki alttan gelen fırtınayı anlatsa da, belki de birçok kuşak, aynı belirlemeleri kendi hayatları için de kullanabilirler.
Fakat Türkiye’de bizim kuşağımızı oluşturan 1950’li, 60’lı doğumlular, Dickens’ın belirlemelerinin de ötesinde farklı bir yaşam kesitine sahiptir. Bu kesit, üç farklı toplum biçiminin bir ömürde yaşanmasıdır ki, diğer tüm kuşaklardan farklı kılan bu özelliğin sözünü ettiğim kuşak için büyük bir şans olduğunu düşünmekteyim.
Öngörülemeyen bir gelişme ve “nedenselliğe dayanmayan”, bir tasarımın, bir planın sonucu olmayan olay, durum diye tanımlayabileceğimiz şansın (talih, rastlantı, baht), gerçeklikte yerinin olup olmadığı ayrı konu. F. Engels, “Her rastlantı, bir zorunluluktur” diyerek determinizmin belirleyiciliğine vurgu yapıyor.
Bize rastlantı, şans gibi gelen olayların gerisinde bir neden-sonuç dizgesi bulunur. Öyle ki bu neden-sonuç ilişkisi doğada, toplumda ve bireyin hayatında yatay ve dikey bir yayılmayla uzayıp gider. Yaşamda en azından durumu adlandırmak açısından bir şanstan, rastlantıdan söz etmek mümkünse, kuşakların şans ve şansızlıklarından da söz etmek mümkündür.
Hemen her kuşak, kendisini “kayıp kuşak” olarak değerlendirmeye meyillidir. Hele insanlar yaşlandıkça, jel sürülmüş sosis balonunun avuç içinden kayması gibi, ömürlerinin kayışını hüzünle yâd ederler. Çünkü hayatın son demleridir artık! Ve bu yitişe dizilen ağıt, ah-vah etmek anlaşılır bir durumdur.
Türkiye’de 1940’lı, 50’li, 60’lı yıllarda doğanlar, tam da gençliklerinde olağanüstü dönemler yaşadılar. Faşist darbelerin hedefi oldular ve özelikle 12 Eylül’de paramparça edildiler. Çok büyük acılar yaşadılar ve 78 kuşağı için bir bakıma yitik kuşak denilebilir. Bu açıdan bakıldığında, şanslı kuşak olarak nitelendirdiğim bu kesimler için aynı zamanda “şanssız kuşak” nitelemesi de yapılabilir.
Bu tasnifte bir görelilik olmakla birlikte şanslı kuşak diye nitelendirdiğim dönemin tamamen Türkiye’deki iktisadi ve sosyal yapıyı içeren bir nesnelliğe dayandığının altını çiziyorum.
Hayattan fazla hayat yaşadık
Ben bir başka açıdan bakıyor ve bir 78 kuşağı mensubu olarak, kendimi ve bu kuşağı aynı zamanda şanslı görüyorum. Bu nedenle ah-vah etmenin gereği de yoktur.
Neden mi?
Çok farklı toplumsal yaşam biçimlerini bir arada yaşayan bu kuşak, diğer kuşakların ‘tek tipliliğine’ karşın, bir ömre tekabül eden müthiş bir çeşitlilik ve renkliliği yaşamakta. Ve diyorum ki üç toplum biçiminin yol çatında bulunan bu kuşak, “Hayattan fazla hayat yaşadık” diyebilirler.
Nedir bu kuşağın yol çatında bileşen üç toplum biçimi?
Tarım toplumu
Türkiye 1970’lere kadar bir köylü toplumuydu. En azından nüfus olarak böyleydi. Bu kuşak, ilkel sayılabilecek bir tarım toplumu içerisinde doğdu, büyüdü. Sanayi araç-gerecinin, girdisinin yok denecek kadar az kullanıldığı bu tarım/kır toplumundaki hayat, neredeyse 6 bin yıldır hemen hemen aynı şekilde devam etmekteydi. Sümer destanlarının anlatılarında, duvar resimlerinde ve 3500 yıllık Tevrat’ın yazdıklarında olduğu gibi toprak kara sabanla sürülür, tohum aynı şekilde ekilir, hasat aynı şekilde derlenirdi. Hayvan gücü (Öküz, at, eşek) temel üretim araçlarından olup insan emeği ile hayvan emeği neredeyse aynı düzlemde yer alırdı.
Böyle bir ortama doğan köylü çocukları kuzu, öküz, sığır, davar otlattı, çift (karasaban) sürdü, tırpanla ekin biçti, kağnıyla taşıdı, düven sürdü, buğdayı samanından yelle ayırdı, su değirmeninde un öğüttü, çarık giydi vs.
Bu kuşak, kır toplumunda evcil hayvanlarla birlikte büyüdü. Yaşadığı coğrafyanın özelliklerine göre kimi yaban hayvanlarını biliyorlar. Şimdiki çocuklar ya hayvanat bahçelerinde ya da belgesellerde bunları görüyorlar. Çiçeği saksılarda değil, doğal ortamlarından biliyorlar.
Yokluğu ve yoksunluğu yaşadılar. Ama o kır yaşamının dar alandaki mutluluklarını da bilirler. Hüzün ve sevinçleri ucu yanık mektuplarda taşındı. Gurbetin acısını, sılanın özlemini bilirler. O içli, oynak türkülerin, ağıtların ve sevdaların çocuklarıdır.
Anadolu kır yaşamının kültürel yapısını da işte bu maddi yaşam koşulları oluşturdu. Masallar, destanlar, türküler, geleneğin ve inancın unsurları, bu ilkel tarım toplumunun dingin, ağır, ıssız, yoksul ve tevekküle sığınmış varlığında yer aldılar.
Sanayi toplumu
20. yüzyılın sanayisinin temel girdisi olan petrol, elektrik ve motor gücü, Türkiye’nin kırında 1950’lerden sonra yaygınlaşmaya başladı.
Aydınlatma aracı olarak çıradan muma, mumdan gaz lambasına, elektriğe geçildi. Çarıktan kara lastiğe ve ayakkabıya terfi edildi.
Kilin yerine sabun, şampuan kullanılmaya başlandı. Bakır kaplardan alüminyuma, plastiğe, çelik kaplara; ocaktan teneke sobaya ve gaz ocağına, tel dolaptan buzdolabına, çamaşır leğeninden çamaşır makinasına geçildi. Gripin, penisilin ve sıcak suda kaynatılan enjektör birer sanayi ürünü olarak sağlık hayatına girdi. Kağnı arabasıyla ve hayvanlarla sağlanan ulaşımı otobüsle, uçakla yaptılar.
Küreselleşme, dijital çağ veya postmodern dönem
Dünyada 1980’lerden sonra gelişen/değişen durumu ifade etmek için bu kavramlar kullanılmakta. Sanayi toplumu çoktan bitti. Ona tekabül eden siyasal kavramlar çoktan eskidi. Daha doğrusu dünya, 19. ve 20. yüzyıl kavramlarıyla açıklanamaz hale geldi.
Özellikle bilgisayar, uzay ve iletişim teknolojilerindeki devasa gelişmeler ve bunların üretim süreçlerinin belirleyici araçları haline gelmesiyle, farklı bir toplumsal yapının kapıları da açıldı. Kapitalist toplumdaki bu kendini ‘yenileme’ dinamiklerinin sonuçlarından, dünyanın en ücra köşesindeki toplumlar da etkilendi. Cep telefonundan internete, dijital üretim araçlarından yüksek teknolojik hızlara varıncaya dek, toplumun üretim süreçlerini, yaşam araçlarını, tüketim biçimlerini, kültürel dünyalarını kökten değiştiren gelişmeler yaşanmakta. Bilgisayar tuşlarının ucundan milyon dolarlar akmakta. Sanal ortam neredeyse insanın dış dünyasının (reel ilişkilerinin) yerini almakta.
Yaşam araçlarındaki bu baş döndürücü gelişmeler, insanın iç dünyasını epeyi boşaltarak mekanikleştiriyor ve yeni ilişki biçimleri, sosyal yaşama damgasını vuruyor. Kapitalist pazar ekonomisinin kuşatmasına bir de sanal dünyanın kuşatması eklenince, insanın ‘ruhu’, Faust’u kandıran şeytana gerek bile kalmadan, daha kolay satılır hale geldi.
Bu kuşak, bambaşka bir tarihi olayın sonuçlarını da gördü.
Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya şiarıyla yola çıkan ve kapitalizm karşısında son 150 yılın temel siyasi alternatif hareketini oluşturan Marksist sol, ilk defa 1917 Ekim Devrimiyle Çarlık Rusya’sında iktidara geldi. Ancak insanlığın özgürleşmesini, refahını, eşitliğini, mutluluğunu, çürümenin ve zorun aracı olan devletin giderek yok olmasını amaç edinen sosyalist/komünist yapı, beklenenin tersine sonuçlar doğuran pratiğiyle birlikte yıkıldı. İnsanlık, yeni bir dünya hayalini denedi. Bu tasarım, tasarlandığı gibi gerçekleşmedi ve faturası, insanlığa bazı şeyler kazandırmakla birlikte, çok da ağır oldu.
Hayata bir de bu açıdan bakmalı
Şöyle seslenmeli bu kuşak: Tarım toplumu, sanayi toplumu, bilişim toplumu tarihsel seyri itibariyle ardışık olmakla birlikte, ülkemizde bu üç yapı bir kavşakta buluştu. Ne büyük bir rastlantıdır ki ömrümüz kadim tarihin üç yol ağzının kavşağıyla örtüştü.
Vakitlerin insanıydım. Vakitlerimiz sabahtı, kuşluktu, ekin vaktiydi, harman vaktiydi, güzdü, kıştı vs. Vaktin genişliğinde ağır, uyuşuk, yavaş bir akışı yaşadım. Vaktin bir kum saati gibi aktığı dönemlerden, zamanın kadran üzerinde dilimlenen döngüsünün yaşandığı dönemlere geçtim. Vaktin genişliğini de zamanın darlığını da bilirim.
Üç farklı toplumun nehrinde yıkandım. Üç dünyanın diliyle konuştum. Bilirim üç dünyanın tatlarını da acılarını da. Üç dünyanın tanığıyım ben. İki büyük dün yaşadım, şimdi bugünü yaşıyorum. Kaç dünü var başka kuşakların? Onların ömürleri tek tip toplum yapısının içinde geçti; bizim gibi farklı renkler ve zenginliklere tanıklık etmeden, yaşayıp gittiler.
Şöyle seslenmeli bu kuşak: Yaşadığımız bu çeşitlilikteki, zenginlikteki hayatın dolu olduğunu, boşuna yaşanmadığını ölüme karşı bir ‘denge’ unsuru olarak kullanabiliriz. O zaman belki hüzünlü bir tebessüm yayılacak yüzümüze. İnce bir sızı saracak bedenimizi.
Yüreğimizin titreşimleri bazen gözlerimizden yaş, ağzımızdan kahkaha olarak çıkacak.
Yaşlılık ve ölüm bilinciyle hey gidi ömrüm hey desek de gerek yok geçmişe ağıt dizmeye, ah-vah etmeye.
Ömrümüze hayıflanmakla kendimize haksızlık etmiş oluruz.
İyi ki bu dönemde yaşadık.
Biz zenginiz; kültürümüzle, duygularımızla, gördüklerimizle, yaşadıklarımızla çok renkliyiz.
Bu bir şanstır ve de biz, şanslı kuşağız!
Felsefe Profesörü Ahmet Arslan “Gelecek dünyada olmayacağımdan memnun olurum” diyor. Bu sözü okuduğumun çok öncesinden beri ben de aynı fikri taşıyorum. Belki başkaları da.
Neden memnunum?
İnsanlar modern döneme kadar anlam arayışındaydılar. Modern dönemin kısa da olsa bir süresinde bilgi ve hakikat arayışı oldu. Şimdi artık güç arayışındalar. Güç arayışı insan hayatını zehirliyor. Geçmişin bütün olumlu birikimlerini yıkıyor, bozuyor, siliyor. İnsan hem doğayı tahrip ediyor hem de kendi değerlerini. Abartı olabilir, ama bir çürüme hali yaşanıyor.
Hakikat yitiminin yaşandığı bu dönem ve yakın gelecek, çok kaygı verici.
İyi ki bu dönemde yaşadık diyebiliriz!
NOT: Okur, bunca kötülüğün ahtapot kollarında boğulurken, “iyi ki bu dönemde yaşadık” demeyi, umarım bir Polyannacılık olarak görmez.
(HŞ/AÖ)