İkinci yavruyu gördüğümde heyecanım zirvedeydi. Sorumluluk zihnimin zerrelerini sarmıştı. Çok dikkatli olmalı, güvercinlerime, küçük meleklerime gereken ne varsa onu yapmalıydım. Okul dönüşleri evimi topluyor, karton kutulara yerleştiriyordum. Tek arzum; yavrucukları büyütmek, evi teslim etmeden onları yuvadan uçurmaktı. Her gün bir başka güzellik yaşıyordum. İyice arkadaş olmuştuk. Yavru güvercinler büyüdükçe bakışları değişiyor, saksının içinde yön değiştirip değişik yönlere doğru oturuyorlardı. Seslere çok duyarlıydılar. Birkaç gün sonra yuvanın içinden yeşil yeşil yaban otları çıkmaya başladı. Yuva yeşilleniyordu. “Bu otçuklar da ne? Çayıra benziyor. Daha önce ektiğim çiçek tohumları mı yeşeriyordu acaba?” soruları zihnimi meşgul ediyordu. Meğer küçük abdestleriyle döktüğüm buğday taneleri çimlenmiş de farkına bile varamamışım. Türk’ün aklına sonradan gelirmiş ya…
Adile ile Vefa’yı bekleyişlerindeki kıpır kıpır hareketlerini tarif etmek ne mümkün? Evlatlarımın küçüklükleri de aynı değil miydi? Eve gelince önce elime bakarlardı. Torbaları heyecanla boşaltırlar, kendilerine ait olanları kapışırlardı. Küçük meleklerimdi her biri. O yıllar ki; yavrularımızı yuvadan uçuruncaya kadar süren, en heyecanlı, en doyurucu, en mutlu anılarla dopdolu… Fedakârlığı, vefanın, güçlüklere göğüs germenin yoğun evreleri ve ‘olmazsa olmaz’ olan yaşanmışlıklar. Ana yüreği nelere katlanmıyor, hangi yükleri taşımıyor ki ufacık bedeninde? O nasıl bir yüce ruhtur? Akıl fikir işi değil…
Zamanla güvercinlerime anam-babam, dostlarım, arkadaşlarım, evlatlarım gibi sahiplendim. Çıkmazlarımda uyarıcım oldular. Her seferinde hiç oluşumun farkına vardırdılar. Bilginin, ilmin sonsuzluğuna taşıdılar. Sana garip gelebilir, beni ayıplayabilirsin ama, bir gerçeği demeliyim. Güvercinlerin yavrularını nasıl beslediğini duymuş, aslını idrak edememiştim. Resim çekerken bunu tam çözümledim. Bilmiyorum, sen hiç izledin mi? Allah inandırsın, anlatılamaz, ancak yaşanır. Nasıl anlatsam bilmem ki? Bir bakıyorsun, saksının içinde kıpırdamalar, hareketlenmeler. Derken balkon demirlerinin altından dişi veya erkek güvercin yıldırım hızıyla balkona giriyor. Saksıya yaklaşıyor. Hop! saksının kenarına konuyor. Kanatlarını çırparak gelişi, saksıya uçuşu ve incecik kenara konuşu… Düştü düşecek diyorsun. Nerde? Saksının içine giriveriyor. Yavrucuklar mı? Yarış içindeler. Tek amaçları gelen güvercinin gagasına yetişebilmek. Rabbim! Bu nasıl bir âlem! Adaletin sahnesindeyim. Adile veya Vefa hiç şaşmadan sırayla onların kursaklarını kendi kursağından kusarak dolduruyor. Arada dinleniyor başını öne eğerek. Şaşma yok! Yanılma yok! Yavruları beslemeye devam ediyor. Doyduklarını anlayınca saksıdan iniyor, yemleri tıklamaya başlıyor. Ne hoş! Bizler de öyle değil miyiz? Yavrularımızı beslemek, büyütmek, topluma iyi insanlar yetiştirmek için gece gündüz çalışmadık mı? Kendi işimizden başka temizlik işlerine gitmedik mi? En iyisini yavrularımız yesin, içsin, giysin demedik mi? Başkalarını bilmem; ana gibi ana, baba gibi baba olanlar hep böyle yapmadılar mı? Peki nerelere uçurduk yavrularımızı?..
Adile ile Vefa’nın, gece gündüz yavruları nasıl beslediklerini gözlemledikçe, duygularım yoğunlaşıyordu. Onlarda kendi geçmişimi yaşıyordum. Aynı zamanda tekrar tekrar hiçliğimin farkına varıyor, âlemlerde uçuyordum kolsuz kanatsız. “Her şeyin bir hikmeti var.” diye boşuna denmemiş. Bu hikâyeyi yaşamam istendi ve yaşıyordum. Öğrenmeme, kendime çeki düzen vermeme neden olacak hikmetler vardı. Bunun farkındaydım.
Yavru güvercinler büyüdükçe bakışları derinleşiyordu. Dilsizdiler. Konuşamıyorduk. Herhangi bir insandan fakları yoktu ama. O duruşları, gözleriyle beni, etrafı dikizleyişleri her şeyi anlatıyordu. Onların bekledikleri, istedikleri; beslenmek, büyümek ve kanat çırpıp arzu ettikleri yöne uçabilmekti. Bizler de öyle yapmadık mı? Analarımız, babalarımız doyurdular, büyüttüler, adam ettiler ve yuvadan uçuşumuzu seyrettiler. Ağladılar çoğu kez nankörlüklere. Ağıtlar yaktılar terkedildiklerinde. Elleri tutmaz, bacakları atmaz olunca bırakıldılar kendi hallerine. Kimisi sokaklarda, kimi onun bunun yanında, kimileri yaşlılar evine tıkılmadılar mı? Malı mülkü olanların arkasından kardeş kavgaları olmadı mı? Şükürler olsun ki, küçük meleklerimin böylesi dertleri yok. Doğada beslenip, doğada büyüyor, doğada çoğalıp doğada yok oluyorlar. İşte en güzel tarafı da bu ya! İnsan olmanın hikmetini bir çözebilsek; dünyamız güllük gülistanlık olmaz mı?
Adile’ye, Vefa’ya yardımcı olduğum için mutluydum. Küçük meleklerim şaşırtacak hızda büyüyorlardı. Adile olsun, Vefa olsun sokaklardan tane toplamak zorunda değillerdi. Sadece kısa kısa dolanıp, karşı çatılarda diğer güvercinlerle şakalaşıp, benim bilemediğim ihtiyaçlarını görüp geri dönüyorlardı. Yavruları hiç ama hiç ihmal etmiyorlardı. Sanki kurulmuş makina gibiydiler. Eşini kaybeden Adile, arkadaşı Vefa sırayı şaşırmadan küçük meleklerimi kusarak besliyorlardı. Düşününce dalıp gidiyor insan. Yüce Allah’ın sonsuz ilminin sırlarına dalıp gidiyor.
Anlatması zor olsa da deneyeceğim. Zamanla sesime, varlığıma alıştı yavrucuklar. Daha da öte, konuşmalarımı anladıkları bakışlarından belliydi. Balkonu yıkarken istediğim yöne gidiyorlardı. Küçük meleklerimin korkak tavırları hemen hemen yok olmuştu. Garip bir duygu! Birbirimize alıştığımız ortadaydı. Beni anladıklarını, sevdiklerini, bana güvendiklerini görmek ne hoş! Sonsuz haz! Yeni doğan yavrunun, zamanla annesinden başka diğer kucakları tanıyışları türünden olsa gerek. Onlar için neler yaptığımı, konuşmalarımdaki yürek sesimi çözmüşlerdi sanırım.
Anne olmak, bir annenin duygularını anlamak kolay değildir diye düşünüyorum. Baba olmayı anne olanlar ne kadar anlar, onu da bilemem. Anne güvercin Adile, biliyor: Yavrular büyüyüp gidecek. Tek isteği onlara kol kanat olmak. Uçacakları zamana kadar görevini tam yapmak. Bunu kuş beyniyle düşünüyor ve biliyor muydu diye sorarsan eğer onu bilemem. Bildiğim ve gördüğüm şuydu: Benim anne olarak yavrularım için yüreğimde taşıdığım; sorumluluk, sevgi, koruma, büyütme, kendi ayaklarının üstünde durabilecek hale gelmelerini isteme vb. arzularımı en az benim kadar taşıyordu. “Yüce Allah’ım! Böylesi kutsal bir görevde payım olduğu için şükürler olsun! Yeterli yemleri olmasaydı, belki de Maçek kardeşimin dediği gibi yavruların biri yaşayamayacaktı. Sokakta yeterli taneleri, yemi bulamayacaklardı Adile ile Vefa.
Kim bilir? Benim aklım bu kadarcık çalışıyor. En iyisini her şeyin yaratıcısı sen bilirsin. Yüce Yaradan’ım, gönül gözlerimizi aç! Aç da insan gibi insan olalım. Doğanın her noktasında paylaşmasını, paylaşarak çoğalmasını bilelim.” demelerimi, yalvarmalarımı duymalıydın.
Küçük meleklerim, her geçen gün bana daha çok ısınıyorlardı. Bebek bakışlarla beni süzmeleri, ne yaptığımı izlemeleri, kaçmamaları… Güvenilir olmak ne güzel! Onları elime alıp sevmeye tarifi mümkün olmayan arzu duyuyordum. Okşamak avuçlarımın içinde ve göğsümün ortasına yaklaştırarak kucaklamak bebeğim gibi. Yanaklarıma dokundurmak gagalarını, incitmeden taramak tüylerini parmaklarımla… Dokunursam yaşamazlarmış. Bilmem ki doğru mu? En iyisi dokunmamak, karşıdan sevmekti. Hem ya benden korkar ve ürkekleşirlerse, kanatlarıyla kendilerini korumaya alırlarsa halim nice olurdu? Son pişmanlığın çaresi yok derler ya…
Nasıl bir tutkuydu bu? Çok sevmiştim her ikisini. Hani doğurmadığın evlatları öz evladınca seversin ya? İşte öyle bir şey. Nice insanları tanıdım. Evlatlık almış, büyütmüş, adam edip topluma salmış. Onları anlayamadığımız anlar vardır değil mi? İyi ki öğretmen olmuşum. İyi ki Yaradan’ım bana bu mesleği kısmet etmiş. Mesleğimin kazandırdığı özellik midir bilemem, benim için her evlat öz evlat sıcaklığındadır. Onları doğuran, büyüten, her cefaya katlanan, ana gibi anaların teninde yaşarım kendimce…
Küçük meleklerimin iki gün resimlerini çekememiştim. Yeni eve taşınma hayli zamanımı alıyordu. Bir yandan okul ve sorumluluklarımı da sayarsam… Anladın değil mi? Aman Allah’ım! İki günde ne kadar tüyleri çoğalmış! Az kaldı, yakında o minnacık yuvadan kurtulacaklar, balkonda dolanacaklar. Evlatlarımı büyütürken bu kadar kolay olmamıştı. Mamadan kurtulup normal yemek yemelerini, emekleyecekleri günü, düşmeden yürüyecekleri zamanı, okula gidecekleri yaşı sabırsızlıkla beklediğim yıllara daldım. Okuyup adam olacakları, ayakları üstünde duracakları günü düşlemelerimi düşündüm. Her biri sinema şeridi olup gözlerimin önünden aktı… Gitti…
Zaman nasıl da uçup gidiyordu! Küçük meleklerimin kanatları büyüdü, doğum tüyleri döküldü. Yaradan’ın güvercinlere bağışladığı süsler kanatlarda, vücutların her noktasında belirginleşmeye başladı. Morumsu gagaları, narin bacakları, turuncu tırnakları her geçen gün değişiyor, küçük meleklerim büyüyordu. Neredeyse Adile, Vefa kadardılar. Çok az kalmıştı. Yuvadan uçacaklardı. Bir an önce uçmalarını sabırsızlıkla beklediğimi biliyorlar mıydı acaba?