Okul dönüşü; ilk işim onlara bakmak, dertleşmek, yemleri eksikse vermekti. Bu beni hem heyecanlandırıyor hem de bedenime eşsiz huzur veriyordu. Eve girer girmez balkona çıktım. Yuva bomboş! Buğday tanelerini saksının içine döktüm. Beklemeye başladım. Az sonra güvercinlerden biri geldi. Yuvaya oturmadı. Saksının kenarında bekledi. Olmadı, balkon demirine kondu. Sonra diğer tarafa. Yukarıya doğru bakınıyordu. Anlayamadım. «Gelsene! Yuvana otursana! Bak yemlerini koydum!» desem de hiç kıpırdama yoktu. Öğretmen arkadaşım Şükran gelmişti. Durumu ona anlattım. Çaktırmadan balkona çıktık. Kaçmadı. Şükran güvercini görür görmez:
“Hocam, bu kuş üzgün.” dedi. İşte o anda jeton düştü!
“Sen beni bekle Şükran, hemen geleceğim.” dedim, fotoğraf makinamı alıp sokağa fırladım. Sabahleyin okula giderken görmüştüm, çiğnenmiş bir güvercin vardı. “Ah yavrum!” diyerek uzaklaşmış okula gitmiştim. Aşağıya indiğimde hem araba hem cansız güvercin ağzında çöp, aynen gördüğüm yerde duruyordu. Resimlerini çektim, ağlayarak daireme geri çıktım. Aklım allak bullak olmuştu. Demek o, benim meleklerimden biriydi. Adil olduğunu anladığımda yüreğime kor düştü. Rahmetli babamın, annemin ölümünde çektiğim çaresizlikleri yaşadım. “Her canlı ölümü tadacak…” bilincimle boynumu büktüm.
Sanıyorum iki gün geçmişti. Adile gecede gündüzde beklemişti. Okul dönüşü balkona bakmadan masama oturdum. Öğlen yemeğini dışarıda yemiştim. Sesler geliyordu: “Gruuu! Gruuu!” Ne göreyim? Bizim Adile bir başkasını bulmuş. Hazır yuvayı bırakmış, kasım patların olduğu saksının içine yuva yapıyor. “A! Bu olmaz! Şu yaptığınız yuva ne güne duruyor?” derken ‘pır!’ uçtular. Yaptıkları yeni yuvayı aldım, fırlattım attım. Aradan çok az zaman geçmişti ki tekrar gur! gur! sesleri gelmeye başladı. Bu sefer diğer saksıya yönelmişler. Öylesine hızla çalışıyorlardı, tarifi imkânsız. Çok kızdım, bu defa ikinci yaptıkları yuvayı da fırlattım. Aniden aklıma eski yuva geldi. Onu da aldım, attım. Saksı artık boştu. Gelmezler diye düşünüyordum üzülerek. Bizim Adile iki gün zor dayanabilmişti. Ne de çabuk buldu bir başkasını? «Sen vefasız erkeğimize kadınımıza benziyorsun!» diye mırıldandım.
Kazın ayağı öyle değilmiş meğer. Yanılmışım. Bizim Adile bulduğu arkadaşı ile oldukça hızlı ve verimli bir şekilde saksının içine yeniden yepyeni bir yuva yapıverdi. Yuvayı yaparken hızlarını, aceleci gidip gelmelerini görmeliydin. Ne söylesem dile getiremem. Resimlere bakarsan, birazcık anlarsın diye düşünüyorum.
Adile’m, hanım hanımcık oturdu. Artık bekleme zamanı gelmişti. Susadığı zaman gidiyor, geri yuvasına dönüyordu. Diğer güvercin çok sık gelmiyordu. Çok yakın bir dostun gelip gelip yoklaması gibi bir şey. İki dostun karşılıklı sevgisi, saygısı veya muhtaç durumda kalmış bir hamile kadının elinden bir adam evladının tutması, hiçbir karşılık beklemeden görevini yerine getirmesi gibi bir yakınlık. Harika! Adını Vefa koydum. Vefa’ya benzeyen kaç erkek vardır? Karşılıksız kadına, kıza; muhtaç oldukları zamanda ellerini uzatan, adam gibi adam olup dürüst davranan?
Masal gibi gelmesin sakın. Gerçek bir hikâye bu. Hani ‘Öykünce’ (Fabl) falan da değil. İnsan ve güvercinin gerçek buluşması, anlaşması. Adile beni tanıyordu. Yeni arkadaşı Vefa ise ürkekti. Varlığımı hisseder hissetmez kanatlanıp uçuyordu. Evde olmadığım için her durumu incelemem mümkün değildi. Bildiğim tek şey, Güvercin Vefa, Adile’ye müthiş destek veriyordu. Adil olmadığı her halinden belliydi. Adile’yi gagasından öpüp sevmesi, etrafında dolanıp kur yapmaları yoktu. Hani bazen erkek arkadaşların vardır ve canını, malını onlara gözü kapalı teslim edersin ya? Onun gibi bir şey. Sözün kısası, Adile’m yalnız değildi. Artık yuvada çok oturur olmuştu. Ender ayrılıyordu. İtalyan komşum Donata; “Bir kabın içine su koy, havalar çok sıcak. Su aramaya gitmesin.” deyince derince bir kâse buldum, içine çeşmeden su doldurdum. Bilmem neden, oradan hiç su içmediler. Belki ben görmedim.
Haziran sıcakları başlamıştı. Bunaltıcıydı havalar. Sıkça balkonu yıkayarak serinlemelerini sağladım. Adile’nin ve arkadaşının balkon sularını içtiğini görünce rahatladım. Balkonu yıkamadığımda, su dökerek yerleri suluyordum. Adile değişmişti. Sadece yuvasında yatıyor, sağa sola dönüyordu. Doğum sancılarımı anımsadım. Çok sancılı geçmişti doğumlarım. Acılar içinde kıyranırken; karnımda taşıdığım bebeğimin geleceği sevinciyle sancılarım çekilir oluyordu. Adile’de nasıldı? Yumurtlama sırasında sancıları var mıydı? Yattığı yerde sıkça pozisyon değiştiriyordu. “Allah’ım ona yardım et. Sancısı varsa azalt.” diye yalvarıyordum. Hem de ne yalvarma!
Okul dönüşlerini yüreğim hoplayarak bekliyordum. Beynimde sadece Adile vardı. Balkon kapısını açtım. Ay! Saksı boş! Ortasında bir yumurta! Oy oy oy! Demek yumurtlama dönemi başladı? Komşum Maçek’ten öğrenmiştim. Babası güvercin beslemiş. Çocukluğunda sıkça güvercin eti yemiş. Güvercinlerin hayatını iyi biliyordu. “Güvercinler iki tane yumurta yapar. Çoğunlukla ikinci yavruyu büyütemezler. İyi beslemen gerek. Ekmek kırıntılarını da verebilirsin.” dedi. Önce dediğini yaptım. Severek yemediklerini görünce internetten araştırdım. Bitki tohumlarıyla, tanelerle beslendiklerini öğrendim. Öyle olduğunu biliyordum, ama emin olmak istedim.
Dolabımda aşurelik yarma bitmek üzereydi. Bitmeden yenisini ve biyolojik usullere göre yetiştirilmiş buğday, arpa vb. almak için Süpermarket Comet’e gittim. Bir iki paket aldım. Her gün vermeye başladım. Tatlı tatlı, hızlı hızlı yemelerini izlemeliydin. Sesimi iyice tanıyorlardı artık. Balkonda olmadıklarında; “Gel! Gel! Adile! Vefa! Canlarım! Haydi! Gelin! Gelin!” diye çağırdığımda hangi köşelerden geliyorlardı bilemiyordum. Kanatlarını çırparak jet hızıyla balkon demirlerinin altından balkona süzülüveriyorlar ve taneleri gagalarıyla tık tık yutuyorlardı. Direkt kursaklarına gidiyormuş yedikleri. Orada öğütülüyormuş. Şu satırları yazarken canlı canlı gözlerimin önünde. Görsellik öğrenimi çabuklaştırıyor. İnsan gördüklerini kolay kolay unutmuyor, unutamıyor. Sence de öyle mi?
İki gün içinde ikinci yumurta geldi. Adile’m kuluçkaya yattı. Zamanının çoğunluğunu yuvada geçiriyordu. Benden korkmuyordu. Sevinçliydim. Gündüzleri Vefa yatıyordu kuluçkaya. Bakışlarından, tedirginliğinden anlıyordum; emanete hiyânetlik etmez tavrı vardı. Yumurtaları kanatlarının altında gizliyor, görevini gururla yerine getiriyordu. Yanına yaklaştığımda kanatlarını kabartıyor, hücuma hazır bekliyordu. Şımarık çocuklara benzedim bir gün. Çok yaklaştım. Elimle değil de sopayla dokunarak sevmek istedim. Oy anam! Nasıl da hırslandı! Bir kanadını yelpaze gibi açtı ve sopaya vurmaya başladı. Diğer kanadıyla yumurtaları ölüm pahasına saklıyordu. Demek dokunsam beni dövecekti. “Helal olsun sana! Mükemmelsin! Emanete sahip çıkıyorsun.” dedim. Sopayı uzaklaştırınca sakinleşti. Toparlandı, yumurtalarını yokladı. “Senin başka işin yok mu? Beni rahat bıraksana! “dercesine hiddetliydi duruşu. “Yüce Allah’ım! Şu ufacık güvercinin yaptığını yapamayan gerçek babalar analar var. Nedendir bunlar? Doğada farklı değil. Kimi kuşlar, hayvanlar var ki, bize hoş gelmeyen hallerini gözlemliyoruz. Ya bu dost güvercin Vefa? Ana güvercin Adile? Bunlar başka. Yoksa beyinlerimizi çalıştırıp, akıllarımızı doğru kullanalım sinyalleri midir tüm bunlar?” diye yalvarıyordum beni seni yaratan yüce Allah’a. Fatiha süresini okuyor, Türkçe anlamını tekrarlıyordum.
Yavru güvercinleri bekleyişimdeki sevinci, merak ve heyecanımı tahayyül edebilir misin? Adile, Vefa aç susuz kalmasınlar diye balkonu suluyor, yemlerini bolca veriyordum. Yine okul dönüşü ilk işim balkona bakmak oldu. Tanrım! O anı nasıl anlatabilirim? O küçücük meleğin; Adile’nin göğsünün altında, başı dışarıda, sarımsı doğum tüyleriyle morumsu gagasının ihtişamındaki duruşunu, anacığının varlığından duyduğu güveni görüyordum. Hele Adile’nin o bakışları! “Bak! Yavrum yumurtadan çıktı. İkincisi yolda, sen de sevindin değil mi?” dercesine beni süzüşü… Ne desem anlatamam. Doğa harikalarından biri işte! Biliyor musun, kendi sevinçlerim geldi aklıma. Nereden bileceksin? Üç bebeğimi de sezaryenden sonra kucağıma aldım. O ilk an, kucağıma verildikleri an, kıyamet kopsa unutulmaz. Hamile olduğumu anladığım ilk andaki gibi. Zamanın nasıl geçtiğine inanamıyor insan. Büyüdüler, adam oldular, yuvadan uçtular… Buralarda yaşamın kolay olduğunu düşünür kimileri. Neler çektiğimizi bilip sormak istemezler. Yavrularımızı büyütüp topluma iyi vatandaşlar yetiştirmek için ne çekilmez işlerde çalıştığımızı bilip öğrenmek istemezler. Neyse… “Davulun sesi uzaktan hoş gelir.”
Teşekkürler Şükran Günay.
Okuduğunuz için sonsuz teşekkürler Mehmet Bey.