Doğum tarihinin doğru yazılmadığını, Yunan İşgalinde kendisinin 10-15 yaşlarında olduğunu söylerdi babam. ‘’Benim tevellüdüm yanlış yazılmış, aslında 1326 tevellütlüyüm.’’ derdi. Savaş anılarını kendi ağzından dinlediğim ve ses kaydını aldığım için bilgisinin doğru olduğunu da biliyorum. O zamanlar, hatta benim devremde bile doğum tarihleri çeşitli nedenlerden dolayı ya küçük ya da büyük yazılırdı. Günümüzde bile köylerde aynı sorunu yaşıyoruz.
Babam Adil Günay’ı anlatabilmek hiç de kolay değil. Onu anlayabilmek için; az çok tanımış, koyu lacivert gözlerine vurmuş o koskoca merhamet ve maneviyat saçan yüreğini yaşamış olmak gerek.
Kendi fakirliğini görmeyerek; fakir fukaranın elinden nasıl tuttuğunu bilenler hala vardır. ‘’Yavrularım, yarına Allah Kerim.‘’ diyerek evlatlarına, eşine yokluk çektirmeyen Yaradan’a bağlılığını, teslimiyetini aynen yaşayanlar onu daha iyi anlayabilirler.
Babamın yaşamını koskoca bir romana sığdıramam. Benim için her yönüyle örnek bir baba, dürüst bir eş, vatanına, milletine bağlı çalışkan bir vatandaş ve yüce Yaradan’ın yolunda yürümeyi özünde yaşamış, eylemleriyle de örnek bir insan olmayı kendisine hedef edinmiş, savaş mağduru dev yürekli bir Türk’tür.
Şimdi anlatabildiğim kadarıyla ve bildiğim yönleriyle Adil Günay’ın hepimize örnek olacak yaşamını sunacağım:
Germencik’ten İncirliova’ya gelin gider Ayşe, çocuk denecek yaşta. İlk çocuğu oğlan olur. Adını Adil koyar babası. Büyür, serpilir. Tam o yıllarda I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı İmparatorluğu malum ülkelerce paylaşılır. Yurdun her köşesinde korku, panik ve kaçışmalar başlar. Öncelikle kadınları, kızları, çocukları Yunan askerinin bulamayacağı yerlere, dağlara, mağaralara doğru götürmeye çalışırlar. Ege’nin her köşesinde ‘’Geliyorlar! Geliyorlar! Haydi çabuk olun!‘’ seslerinin kulaklardan silinmediğini çok kişiden dinledim.
Böyle bir kafilenin içinde olan Adil ve annesi Ayşe’yi Yunanlılar yolda yakalarlar. Kimilerini öldürür, kimilerini hizmetlerine alırlar. Esma güzel ve genç olduğu için oğlu Adil ile birlikte hizmetlerine alırlar. Ana oğul ömür boyu unutamayacakları Yunan zalimliğini yaşarlar. Genç ana yavrusu Adil’in yaşaması için ne derlerse yapar. Oğlu Adil de anasının sözünden çıkmaz…
Bir gün Yunan Askerlerinin kaçıştığını, her tarafı yakıp yıkarak uzaklaştığını gören Ayşe Ana kuytu bir yer bulur ve oğlu ile saklanır. ‘’Mustafa Kemal Paşanın Askerleri geldi! Mustafa Kemal Paşanın Askerleri geldi!‘’ seslerini duyunca saklandığı yerden geri çıkar. Askerler, Adil’i ve Ayşe anayı evlerine geri getirirler, dönerler.
Adil’in gözü önünde babası anasını boşar. Üç defa ‘’Boşsun! Boşsun! Boşsun!’’ der. Gerekçesi de artık Ayşe’nin Yunan artığı oluşudur. Adil bunu ömür boyu unutamaz ve anacığına dört elle sarılır. Birlikte Germencik’e geri dönerler. Onlar birbirlerine söz verirler, çektiklerini kimselere söylemezler.
Adil, arada sırada babasının verdiği paralarla bir ekmek, biraz da peynir satın alır. Ekmeği küçük parçalara ayırır, aralarına peynir koyup, dışarıda satar, annesine ev harçlığı getirir. Annesi ve Adil çok zor günleri atlatmışlardı. Açlık, fakirlik, onlar için hiç önemli değildi. Esma’nın annesinden kalma otlardan yapılmış çit kulübede yaşamaya başlarlar. Geceleri ana oğul birbirlerine sarılır, ‘’GELİYORLAR! GELİYORLAR!” korkusu ile sabahı zor yaparlar.
Kurtuluş Savaşı kazanılır, Türkiye Cumhuriyeti kurulur, arka arkaya devrimler yapılır. O aralar Balkanlardan gelen Hasan adındaki bir delikanlı Esma Ana’ya aşık olur ve evlenirler. Esma ile evlendi diye, ona da Gavur Hasan derler. Hiç kimse anlayamaz Hasan’ın aydınlık yüreğini ve beynini. Hasan, Yunan işgalini yaşamış olanların çok olduğu balkanlardan kaçıp geldiği için biliyordu olup bitenleri. Esma’nın suçu neydi ki? Gel de kafaları Türk kültüründen uzaklaşmış, erkek merkezli bu zihniyete hapis olmuş olanlara anlatabilirsen anlat… Kadın erkek farketmez ki! Küçük yaşlarda beyinlere işlenmiş bu denli insanlıktan uzak düşünceler; asırlar sonra normalmiş gibi algılanır, yorumlanır ve uygulanır olmuş… Günümüzde de az değiller ve gittikçe çoğalacağa benziyorlar…
Adil, Arap harfleriyle okumayı yazmayı mahalle mektebinde öğrenmişti. Harf Devriminde de Latin harfleriyle yazmayı, okumayı çok çabuk öğrenir. Hem akıllı hem çalışkan hem de Allah’a teslimiyeti tamdı.
Askere gittiğinde onbaşı olarak askerliğini bitirir.
Soyadı Kanunu çıktığında Günay soyadını alarak baba soyadını bırakır.
Olası bir 2. Dünya Savaşı Hazırlığı için ihtiyat askerliğine alınır. Orada da çalışkanlığı, okur yazarlığı ile kendisini sevdirir. Uzman çavuş olarak görevlendirilir. İhtiyat askerliğinden dönüşte birinci eşinden boşanmak zorunda kalır. Tanıdıkların yardımı ile 14 yaşlarında Gadın gız ile evlenir. Gadın gıza Hatice adını verir.
Mustafa Kemal Atatürk, bir an önce ülke genelinde çağdaşlaşma, kalkınma ve uygar ülkelerin seviyesine ulaşmak amacıyla askerliğini başarıyla yapmış, onbaşı, uzman çavuşlardan yararlanılmasını ister. Kızılçullu’da Mustafa Kemal Atatürk’ün önerisiyle eğitmenler yetiştirilir. Rahmetli babam da Kızılçullu’da yetiştirilip, ilkokulda görevlendirilen eğitmen öğretmenlerden biri olur.
O zamanlar Kurtuluş Savaşı büyük heyecanlarla anlatılır, öğrenci ve öğretmenler yoğun duygular yaşarlardı. Benim öğretmenliğimin ilk yıllarında da durum aynı olmuştu. Türk Milletine; Yunanlıların, diğer işgalci devletlerin yaptıkları eziyetleri anlatırken ağlamamak, duygulanmamak ne mümkün? İşte böylesi bir dersi işlerken, babacığım kendini kaybeder ve sınıftan kaçar, kaçarken de ‘’Geliyorlar! Geliyorlar!’’ diyerek çığlıklar atar. Sonrası malum…
Anneciğim, iki küçük yavrusu ile genç yaşta babamla doktor doktor, hoca hoca dolaşır. Tabi ancak Aydın ili merkezli noktalarda. Psikiyatrist nedir bilen yok. O zamanlar maddi sıkıntılar da az değil. Bir gün Aydın Devlet Hastanesinde doktor sırası beklerken, Yunanistan göçmenlerinden biri babama yaklaşıp: “Adil Abi, senin derdini ben biliyorum. Babam da senin gibi. Sen hayatını gezerek geçireceksin. Yalnız başına kalmayacaksın. Manavcılığı bırak, gel bizimle çalış. Biz makina aldık, TAK TAK HELVASI yapıp satıyoruz. Biz yapalım, sen sat. Hem sağlığın yerine gelir, hem de iyi para kazanırsın.” der. Böylece babam Adil Günay Seyyar Satıcı olarak çalışmaya başlar. Köy köy başında tepsilerle Tak Tak Helvası satar. Yaptığı her işi yüreğinden ve aşk ile yaptığı için çok sevilir. Köylere yaklaşırken:
Tak tak, tiki tiki tak!
Bedava olmaz tak tak!
Taktak helvası geldiii!
Ye de tadına bak!
…dörtlüğünü kendisine özel melodisi ile söyler, onu duyan çocuklar, büyük küçük herkes etrafına dolarlardı.
Bir ara un kurabiyesi sattığı yılları hatırlıyorum. Ev yapmak için büyük bir arsa almışlardı. Paraları yetmediği için bahçenin en uygun bir yerine bir odalı çit ev yapmışlardı. Evimiz Romanların mahallesine bitişikti. Babam onlar için;’’ hısımlarımız. ‘’derdi. O zamanlar Çingene denmesinden rahatsız olur, ‘’ her canı Allah yarattı’’ der, kimsenin gönlü kırılsın istemezdi. Romanlar da babamı çok severlerdi. Beni omuzunda taşıyarak onların kahvesine götürdüğünü çok iyi hatırlıyorum.
Okula başladığım yıllara kadar o çit odada yaşadık. Ağabeyimle ben uyurken, annem ve babam erken saatlerde kurabiye makinasından (mekanik et makinasına benzer) kurabiyeleri çıkarıp tepsilere dizerlerdi. Sabah namazından sonra da babam onları fırına pişirmeye götürürdü. Kurabiyelerle eve geldiğinde sıcak sıcak ilk denemeyi biz yavrularına, eşine yaptırırdı babacığım.
‘’Allah bereketini versin. ‘’ demeyi de unutmazdı.
Daha sonraki yıllar evimizi bitirdik. Çocukluğum çeşit çeşit meyve ağaçlarının, çiçeklerin, üzüm, sebze, selvi ve kavakların olduğu cennetten bir köşe olan bahçemizde ruhuma değeri biçilmez eşsiz anlam ve tatta manevi değerler kazıdı. Babamın hastalığı hariç, her şey bol ve en önemlisi de sevginin bayram yaptığı bir yuvada yaşadım.
Bu vatan kolay kazanılmadı. Evlerimizde ve sokaklarda güvenli şekilde oturabiliyor, gezebiliyorsak, canı pahasına bu vatan için her türlü eziyete maruz kalsalar bile vatanlarını korumaktan vazgeçmeyenler sayesindedir.
Şükran hanım, yaşananları çok güzel dile getirmişsiniz. Okurken o anları yaşar gibi oldum ve çok etkilendim. Inanın akşamdan beri hâlâ etkisinden kurtulabilmiş değilim. Özellikle 2 bölüme ayırdığım yazınızın 2.bölümü beni ziyadesiyle üzdü.
Canım kardeşim Ayşe Hanım, iyi ki sizi tanıdım. Ülkemin ve insanlığın sizin gibi gençlere ihtiyacı var.
Tüm yazdıklarım gerçek yaşamın ta kendisi. Evet, atalarımızın hangi şart ve durumda bize bir vatan bıraktıklarını asla unutmamalı ve unutturmamalıyız. Sonsuz sevgimi, saygımı ve selamımı iletiyorum gül yüreğinize.
Sevgi dolu bir yazı; keşke herkes babasını böyle doğal biçimde anlatabilseydi ve keşke herkes babasının ses kaydını alabilseydi.
Bu yazıyı okurken, 1920’li yılları, Türk Milleti’nin varoluş mücadelesini, ölüm kalım savaşını yaptığı o yılları bir başka açıdan, karşı cepheden ama yine sevgi ile anlatan Dido SOTİRİYU’nun “Benden Selam Söyle Anadoluya” kitabını, anı romanını hatırladım.
Yazının başlığı “Babam Adil Günay(I)”, olduğuna göre, devamı sayın Şükran GÜNAY’dan gelecek gibi.
İlgiyle bekliyorum.
Mustafa Bey, yorumunuzu yeni gördüm. Okumak ve irdelemek için özde yaşamak gerek. Çok teşekkür ederim, Evet, çocukluğum sevgi yüklü bir yuvada geçti. Hayatıma yön veren babam ve annemi yazabilmiş olmaktan çok mutluyum. Sevgiler, saygılar, gönlünüzce bayramlar.