Onu ilk kez babasıyla sosyal sorumluluk adına gönüllü çalıştığım, derneğimize geldiklerinde tanımıştım.
Derneğin yönetimindeydim. Dernek başkanımızın Ankara’ya gidişi dolayısıyla derneği vekâleten yönetmekteydim.
O gün dernek binamıza gelen baba ve oğulunu birkaç saniye süzdükten sonra oturmalarını işaret ettim.
Yaşının 10 civarında olduğunu tahmin ettiğim çocuğa adını sorduğumda, o ürkek bakışlarını babasına çevirmişti. Beden dilini çok kolay okuyabildiğim çocuğun babasına dikkatle incelemiştim. Onun aşırı nezaket maskesini taktığına artık emindim.
Dişlerini gıcırdatan adam çocuğunu çekiştirdi:
“Adını söylesene be oğlum! Ne bakıyorsun öyle bana?”
Der demez çocuk aceleyle;
“Adım Onur…” demişti.
Acıyarak baktım o yavruya. Ürkek, cılız bir kedi yavrusu gibiydi. Öyle zayıftı ki… Sesime şefkatin en yumuşak rengini yerleştirdim:
“Yaşın kaç Onur’cuğum?”
“12. yaşım 12 efendim.”
Onu daha fazla yormak istememiştim. Çocuğun babasıyla konuşmaya başladım.
“Derneğimize geliş nedeniniz neydi?”
Baba biraz asice yanıt vermişti:
“Bende bunun nedenini size soracaktım.”
Acaba beni birisiyle mi, karıştırdı? Düşüncesiyle;
“Hayırdır, bize neyin nedenini soracaktınız?”
Adam cebinden tütün tabakasını çıkarttı. Kendi sarmış olduğu sigarasını işaret ederek;
“İçebilir miyim, burada?”
“Hayır! Ama balkonda kül tablası var. Sizi oraya alayım.!.”
Sigarasını hafiften öfkeyle tekrar aldığı tabakasına yerleştirdi.
“Hayır! İçmeyeceğim. Konuyu kısaca özetlemek gerekirse; bana niçin geri dönüş yapmadınız? Oysa size 1 ay önce başvurmuş derdimi anlatmıştım!”
Ne adamı, ne de çocuğunu daha önce görmüştüm. Ne de dernek başkanımız konuyla ilgili yönetime herhangi bir açıklamada bulunmuştu.
Üstelik karşımda oturmakta olan adam; düzgün giyimiyle, diksiyonlu konuşmasıyla, bilinçli ve kültürlü birine de benziyordu.
Beni yanıtlarken de sesi biraz sitemli ve sert çıkmıştı.
Onu elimle sakin olmasını işaret ettim.
Benim de bir kuruma başvururken görevlinin bana en sinir olduğum ” konu neydi?” Sorusunu sormamış, elim masa üzerindeki cep telime uzanmıştı.
Başkanın numarasını çevirdim.
Kapsam dışıydı.
Bir kaç deneme sonrası vazgeçmiştim. Konu her neyse kendim çözecektim.
“Beyefendi kimliğinizi görebilir miyim?”
“Tabi ki,” der demez iç cebinden kimliğini çıkartıp bana uzatmıştı.
Adı Süleyman’dı. Fotoğraf tıpatıp karşımda oturmakta olan adama aitti. Yalnız şimdiki sakalları yoktu.
Kimliği ona verdim.
“Süleyman bey, konuya vakıf değilim. Lakin elimden ne gelirse, şu dakikadan itibaren size destek olacağım. Soğuk bir şey alır mıydınız? Ya da çay?..”
Adam gergin halini o dakikada bırakmıştı.
“Hayır, teşekkür ederim. Az önce kahvaltıda içtik.”
İşte o dakikada Onur hareketlendi. Bu kez babasına bakmadan benim gözlerime bakarak konuşmuştu.
“Ben açım. Hem de üç gündür. Rica etsem bana bir sandviçle çay söyleyebilir misiniz?”
Hayatımda ani olaylar karşısında donup kaldığım çok kareler olmuştu.
Ama o gün var ya, o gün sanki başımdam kaynar sular dökülmüştü! Yok yok, buzlu sular döküldü, desem daha yerinde bir deyim olurdu.
Zira hemen kendime gelmiştim.
Çocuğun babası elini kaldırıp onu dövecek gibi harekette bulunmuş, sonrasında çabuk toparlamıştı.
Küçük Onur iki elini başının üzerine koyarak kendisini korumaya almıştı.
Babası ise yine dişlerinin arasından aşırı bastırılmış öfkesiyle nezaketli konuşmalar yapmaya başlamıştı.
“Siz ona bakmayın efendim. Daha yeni simitle peynir yedi. Aç gözlü işte…”
…
Devam edecek
Emine Pişiren/ Kocaeli