Misali bozuk bir gün batımı salınırken ufukta, sessiz sakin bir sokağın kaldırımlarına baka baka yürüyordu Bahtışen…
Taşların arasındaki boşluklara takmış gibi yarı seke seke yol alıyordu, ağır aksak evine…
_Üff..
Ekmek almış mıydı acaba evdekiler “Hiç zannetmem” dedi iç sesi. Ne zaman almışlardı ki… Bu günün diğerlerinden farklı olması için hiçbir sebep bulamadı zihninde. Neden her gün bunu düşünmeden ekmeği alıp eve gidemediğine öykündü kendince. Aslında anlıyordu kendini. Daldı gitti minik kızın ardında sakladığı günlerine. Evet, özlem sarıyordu minik kızın bedenini. Sıcacık bir şefkat ve korunma özlemi. Sanırım babasının okşayışlarını duyumsadı upuzun saçlarının üzerinde. Gözlerinin içine bakarak her sabah “ Kızım bu gün sana ne getireyim?” deyişi hâlâ şimdiki gibi çınlıyordu kulaklarında. Dudaklarını sola bükerek, yamuk bir gülümseme attı kendine.
Şimdiye kadar kaç erkek yaşamında ne istediğini sormuş ya da akşamları babası gibi en sevdiği şekeri alıp getirerek sürpriz yapmıştı ki ona? Her gün, Allah’ın her günü bunu beklemişti işte. Önemsenmekti sadece, istemeden verilmesini bekledi. Çok muydu istediği acaba?
Bu kadar mı cimriydiniz?
Adımları ağırlaştı, çizgilerin arasındaki topraklara baktı hüzünlü. Sahi böylesine tozlu muydu yüreği. Yaşamın taşlarını birbirine tutturabilecek kadar betonlaşmış mıydı yaşamın elleri. Yüzünü okşayamayacak kadar acımasız mıydı meymenetsiz hayat. Çok yorgundu.
_ Uff.
Neden bu kadar ağır bu ayaklar, neden geri geri gidiyor adımlar? Kafasını kurşun kadar ağır, gözleri kadar dolu bulutlara kaldırdı. Derin bir nefes almaya çalıştı. Neden aldığı nefes dar geldi ki acıttı göğsünü? “Neden kimsem yok, varken hep yoklar?” dedi. Küçük Bibiş gibi bulutlarla fal bakmak istedi ama beceremedi. Hayal etmeye bile gücü kalmamıştı. Adı gibi emindi ki yine eve kimse ekmek almamıştı.
_ Uff.
Düşününce omuzlarına bir on kilo daha yüklendi sanki.
Evin kapısına geldiğini fark ettiğinde kapıcının sesiyle irkildi.
_ Abla, abim evde mi, aidat toplanacakta.
(Aidatları eşi ödüyor zannettiniz değil mi? Hayır, maalesef hayır. Paşamız yönetici… Pek sever böyle işleri.)
– Evdedir canım, uğrayıp sorsaydın ya.. Neyse uğrarsın, iyi akşamlar.
Bu insanlar boş konuşmayı ne kadar da seviyor diye düşündü. Unutmuştu ekmeği, döndü binanın yanındaki bakkaldan günlük, şükürlük ekmeğini aldı.
Birinci kata geldiğinde kapının zilini çalmadan açtı, nasıl olsa çaldığında “anahtarın yok mu senin” diyecekti. “Aman o konuşmasında…” dedi içinden. Ellerindekilerle direk mutfağa geçti. Baktı ki kimse ekmek almamıştı; buruk, kahırlı bir bakış baktı içeriye doğru. Ocağın üzerinde yemek yoktu, dolabı açtı bir umut. Ne mümkün… Hiç şaşırmadı. Emekli olalı bir gün daha yemek yapmamıştı ki şimdi yapsın. Çocuklar yanına koşuştu bu arada. Onlarla ayaküstü ilgilendi (içindeki telaşeyi bastırarak) günlerini sordu, derslerini, ödevlerini… Hemen, tekrar için hazırlık yapmalarını istedi. Her zamanki gibi; bir taraftan yemek, bir taraftan ödev ve tekrarlarla ilgilenmeliydi. Neyse ki eli çabuktu.
Çevresinde ne kadar kadın tanıyorsa hepsi aynı şeyi söylüyordu “erkekler yapmaz.” Bu kadar bencil olabilir miydi bu erkekler, hiç aklı almıyordu.
Kocası Bahtışen’den önce emekli olmuştu, yakarışlarını, it yerine koymuştu. Şimdi tüm enerjisiyle kapı bekçiliği yapıyor, asalak gibi Bahtışen’in sırtından inmediği gibi gecesini gündüzünü çekilmez kılıyordu. “Ne yapmalıyım” diye düşünürken, kaç kere kendini yakmış, sağını solunu yaralamıştı iş yaparken.
– Ah boynundaki halkalar ahh…
– Bahtışen çay yaptın mı? Çay ver… (Batsın Bahtışen emi )
Kimse halini sormuyordu. Ana, baba cahil cühela, anlamazlar. Çıkmış gecekondu mahallesinden, düşmüş apartmana, hem çalışıyordu ya daha ne istiyordu değil mi? Ardını arkasını soran yoktu. Bir Allah bir Bahtışen…
Adı gibi salınamadı ki daha göllensin divanda.
Eli suda günü düşündü. Doktora uğramıştı bu gün. Raporu çıkmıştı, uzun uzun anlattı doktoru. Evet, sol göğsünde kitleleri vardı, hem de çok riskli. Acil biyopsi yapacağız dedi doktor, kül benizli kocakıza. Dünya başına göçtü, dik bildiği canında… Oysa eşi biliyordu bu riskli beklentiyi, hatta bu gün doktora gideceğini de… Bir önceki tetkiklerde anlatmıştı Bahtışen. Kimin umurunda ki… “Sen kendin gidersin değil mi” demişti ya sabah sabah. Şimdi çayın derdinde Paşa… Sızı düştü yüreğine her zamankinden daha acı, her zamankinden daha çaresiz… Yer ayaklarının altında dans ediyordu. Gözlerinin alevine dayanamıyordu artık.
Medet!
Elleri kadersiz başını avuçladı, mengene gibi. Soğuk, kuru betona çöktü dermansız dizleri. Kökünden kırıldı sanki beli.
Babasını özledi; sarsın minik kızını, kokuşlarından öpsün diye ve satsın tüm dertlerin anasını, meydan okusun devrana. (Yaslamalıydı sırtını bir dala, oysa…)
Anasının kokusunu özledi, bebek oldu kucağında çığlık attı şu kahpe Dünya’ya.
– Yeter! Yeter! Yeter! Sıcak bir omuz verin bana!
““Yitiyor ciğerin, yittim ana!””
HERZE YANKILAR
Canı kanıyor bebeğin
Kerte boğurdak
Çok acımasız
Hıncahınç
Kesif hıçkırık
Çığlıklar Herze yankılardı
Hercai kulaklar tıkandı
Gözler kara kuyu
Göverdikçe göverdi
Mavi boncuk takılı
Masum duruşu
Kusmaya çalıştı Kesmik aşı
Boğum boğum Boğazına dizili
Mevsimsizdi Zümrüt yaşı
Çok acımasız
Kerte boğurdak
Canı kanıyor bebeğin
Anne!
Neredesin
Yitiyor yitiyor ciğerin
Habibe E. Ağaçdelen
26.09.2008
Geniş kapsamlı bir bakış açısı ve radarımsı hassasiyetin anlatım gücü yeteneğiyle birlikte ortaya çıkan dikkat çeken güzel öyküleri.