Bahar dağlara bir türlü gelmemişti. Sıcak bir iki gün kendini gösterse, moraller yerine gelirdi. Çobanın morali, günden güne çöküntüye gidiyordu. Babası uğrasa da sorumluluğu oğlunun üzerine bırakmıştı. Babasına sinirlendiğinde, sorumluluk bende söz onda diyordu.
Bu kış yalvardığı hâlde onu sahile göndermemişti. Nuh demiş, peygamber dememişti. Kar ve kar rüzgârından bile kendilerini koruyamıyordu. Elini nereye atsa üzülüyordu. Üzülmek para etmiyor, koyunlarına ot bulması gerekiyordu. Sahile inmemenin hatasını babası da anlamıştı. Sahilde otlak bulabilirim diyorsa da baba direnmiş, dağda kalmışlardı. Ot için nereye baş vursa, ”Kış uzun sürdü” ile karşılaşıyordu. Ot bulsa para yoktu. İki ucu pis iplik başına sarılmıştı. Üzülmemek elinde değildi.
Kar kalksa otlar uç vermeye başlasa, yeşil gördüğümüz her yere giderdik. Babası bir miktar ot bulmuş, ahıra taşıtıyordu. Güneşi, yeşil örtünün vereceği sağlık ve mutluluğu özlüyordu. Artık üzülmenin geride kalmasını istiyordu. Sahilden ot ısmarlasa yollar henüz açılmamıştı. Babasının aldığı ot gelince morali iyice dağıldı. Çünkü, iki gün yetebilirdi. Okul öğretmenleri, bir çuval kesme şeker ve bir çuval ekmek parçası göndermişlerdi. Oğlunun sevinmesi görmeye değerdi. Oynamaya başladı. Başındaki fesini attı. Hem çaldı ve de oynadı. Koyunlarına ve köpeğine sarılıyor onları oynatıyordu.
Dere kenarında bulduğu otu, koyunlarının önüne atardı. Bir gün daha bahara yaklaşmak istiyordu. Saçlarına ak düşmüştü. Babası moral verse de durum ota bağlıydı. Ot koyunlara ilaç, onlara da moral kaynağı idi. Köyden taşınan aile, evde geriye kalanı alın demişti. Yine de doğanın bitki örtüsüne hayvanların yayılmasına ümitlerini bağlıyorlardı.
Sabah soğuğuna rağmen dere kenarlarından ot biçmeye çalışırdı. İlçeden “Kepek” ısmarlamışlardı. Kepek bir gün gider diyordu. Baba geldiğinde dama girer otun durumuna bakıyordu. Hayvanların sorumluluğu oğlunun üzerindeydi. Çocuk, bahara çıksan koyunlarımı aşağı köyün yaylımına götürürüm diyor ve teselli buluyordu.
Koyunların yanında kalırdı. Bir akşam kurt koyunlara gelmiş fakat köpeğin ve tüfeğinden çıkan kurşunun önünde duramamıştı. Hesabı on beş gündü. On beş gün kaldı diyordu, kurtuluşa. Baba gittikten sonra iki gün haber alamadı. Aşağı köyden de ot almış ama ne zaman gelecekti.
Sıkıntılı havalar bir türlü düzelmiyordu. Güneş bulutların gölgesinde kalmış ve etkisini kaybetmişti. Bahar geç kalmıştı. Hava biraz ısınsa kar soğuğu olmasa, hayvanlar dışarda otlar bir şeyler bulabilirdi. En azından yağmur bekliyor, “Don” olayı gerçekleşiyordu. Morali kalmamıştı, buzların erimesi çözüm olabilecek miydi?
Sahile gidilebilse dostlarından alacağı ot ile kamyonu doldurabilirdi ama kamyonla kim gidecekti. Babasının vurdum duymaz tavrı, onu çileden çıkarıyordu. Kimseyi de göremiyordu. Babasıyla konuşması gerekiyordu. Babasının gelmesi bakalım kaç günü bulurdu.
Hayvanların tuzu da bitiyordu. En az iki çuval tuza gerek vardı. Yokluklarla boğuşan oğlu hayvanların yanından bir saniye dahi ayrılamıyordu. En azından hayvanlar, onunla köpekle zaman geçiriyordu.
Sabahtan erken ahıra geçti. Hayvanlar huysuzlaşmış, bazısı kalkmıştı. Önce hayvanlarına baktı. Oradan dışarı çıkmak istedi. Kapıyı açamadı, en az iki metreye yakın kar. Kar her yeri kapatmıştı. Dışarı dahi çıkamadı.
Damdaki otların hepsini önlerine attı. Tuzlarını verdi. Köpeği yanlarına attı. Sabah kalktığından beri ağlıyordu. O kadar ağladı ki, göz yaşları yanağında iz yapmıştı. İçeri girdi, yük taşıdığı ipini aldı. Kapının önündeki armut ağacının dalına attı ve kendisini astı. Kendini asana kadar, belki yirmi kilo zayıfladı. Kemikleri çıktı. Gözleri çukura battı. Sırtı kamburlaştı ve sarardı.
Baba bir gün sonra geldi ve yağmur sıcak karı eritmişti. Kapının önünde asılan çocuğunu biraz sonra gördü. Yıkıldı, yere yığıldı. Ne kadar baygın kaldığını bilemedi. Uyandığında, aşağı köyden ot getirmişlerdi.
Öğretmenler de bir çuval şeker ve beş yük çayır göndermişlerdi.