Türkan Şoray sevdiği adama yaslanmış gözlerini iri iri açarak mutluluğu yudum yudum içiyor, çok mutlu, çok huzurlu. Çünkü çok masum, çok seviliyor, çok seviyor. Emel Sayın tüm güzelliği ve masumiyetiyle karşısındaki adamı kendine hayran bırakıyor, Filiz Akın köylü kızı olmasına rağmen o kadar saf ve temiz ki, kim görse aşık oluyor… Zaten başlarına olumsuz bir şey de gelse, yanlış anlamalarla dolu günler yaşasalar da, masumiyetleri mutlaka galip geliyor ve herkesi, her şeyi yenmeyi başarıyorlar. Uğraşmalarına bile gerek yok; masumiyet, temizlik, iyi kalplilik yetiyor.
Bizi hep bu Türk filmleri mahvetmedi mi zaten? Onları izledik, onlarla büyüdük, onlarla hayallere daldık. E zaten biz de, Yeşilçam yıldızları gibiydik öyle masum, öyle güzel. Bu kadar duru ve masumsak, iyi kalpliysek, o zaman biz de mutlaka başrolünü paylaşacağımız güzel bir masalın kahramanı olacaktık. Ne kadar iyi yürekliysek o kadar değer görecek ne kadar fedakar olursak o kadar takdir edilecektik. Ne kadar seversek bir o kadar da sevilecektik. Bu saflıkla yürürken, ayağımızın altında gezenleri göklere çıkardık, yüzüne bakmaya değmeyenleri yüceltmeye çalıştık, hep affettik hep şımarttık… Hep o saf kız olduk, olmaktan da gocunmadık. Ne yapılırsa yapılsın gülümseyen, elbet bir gün değerinin anlaşılacağını zanneden, ağızsız dilsiz olursa yüceltileceğini düşünen… Güzel miydik? Evet. Farkında mıydık? Asla. Değerli miydik? Sonuna kadar. Peki, biliyor muyduk, değer denen bir şeyin farkında mıydık? Belki içimizden bir şeyler koparken, giderken, biterken farkına varmaya başlıyorduk. Bir sürü güzel hayalimiz, umudumuz, şiirlerimiz, şarkılarımız, biriktirdiklerimiz vardı. Kırıp dökmekte beis gördüler mi? Asla. Biz birer Türkan’dık, Filiz’dik, Fatma’ydık, Emel’dik. Hep tertemiz sevgilerle seven, karşılık beklemeyen, her an her tür fedakarlığa hazır. E, bunun karşılığında da tabi çok sevilecek, çok sayılacak, itibar görecektik. Göremediğimiz zamanlarda ise, tıpkı Yeşilçam filmlerindeki gibi esas oğlanın aklının başına geleceğinden emin, bekledik. Zannettik ki, bizim de değerimiz bir yerde görünür hale gelir, masumiyetimiz bir şey ifade eder ve esas oğlan gelir, yüzünde mahcup bir gülümsemeyle kollarını açıp bizi kalbine bastırır.
En büyük yanılgıya ise, gerçek sevgiyi daha doğrusu onu hissedebilecek insanların var olduğunu zannederek düştük. Oysa gerçek sevginin yüzüne dönüp bakan yoktu. Ha evet herkes konuşurken, gerçek sevgiden bahsederken, mangalda kül bırakmıyordu ama, kimsenin de umurunda değildi. Aslında herkes kendi bencilliğinden son derece memnundu. Hatta çoğu kişi farkında bile değildi ama kendisini bile sevmiyordu. Başkasını nasıl sevebilsin? Belki sevmek ayrı bir gönül ayrı bir yetenek işiydi. Yeteneksizler ve benciller, miş gibi yaşıyorlardı, sevmiş gibi, sevgiye inanmış gibi hatta bazen çok da sevecenmiş gibi. Korkaklar da darbe almaktansa, incinmektense sevgiden kaçıyorlardı. Sevgisizlik gün be gün gezegeni zehirlerken, kimse umursamıyordu. Bir avuç umursayanı ise, feci şekilde kanatıyordu.
Hayat Lale Belkıs’ın hayatıydı, sadece istiyordu ve oynuyordu. O benim olacak, o kadar diyordu. Zaten hayat, oynamayı bilenlerin, tüm hileleri öğrenebilenlerin hayatıydı. Oyunu öğrenemeyenler kapı aralığından istediği hayatı alıp giden Lale Belkıs’ı izlemek zorundaydı.
Sokakta kavga ederek saç baş yolarak büyüyen kızlar istediklerine ulaşıyor, evde uslu uslu büyütülen, Yeşilçam filmleri izleyerek hayale dalan kızlar ise hala uslu uslu oturuyorlardı; kocalarının dizlerinin dibinde aşk kırıntıları arayarak ya da artık tek başlarına ve hayal kurmayı çoktan unutarak…
Hayat acımasız evet ama Yeşilçam filmleri ile büyüyenler için daha da acımasız. Onlar, bugün hala eski bir şarkıda, eski bir filmde gözleri dolarken yavaşça soruyorlar ”Neden” diye? Neden ben iyi bir insanken? Neden ben bu kadar düzgünken? Neden ben böyleyken, şöyleyken? Neden? Neden? Neden?
Neden diye inlerken aslında ne kadar inanmıyorum deseler de, yüreklerinin bir köşesinde bir inanç utangaçça kendini gösterip kayboluyor. O inanç çok küçük bir fısıltıyla, duyulur duyulmaz, belki biraz da can çekişerek diyor ki, masumiyet yenecek, sevgi, aşk kazanacak…
Ah o fısıltı olmasa belki onlar da kendilerine gelecek, elbet bir gün demekten vaz geçip tırnaklarını göstermeye başlayacaklardı. Hayatlarındaki tek başrolün kendilerine ait olduğunun, bu başrolü asla kimseye kaptırmamaları gerekliliğinin bir ayırdına varabilselerdi… Evet bu yol çok zor,her türlü güçlükle dolu, ilerlerken belki sevdiğimizi düşündüğümüz ya da bizi sevdiğini zannettiğimiz insanların bir kısmını arkamızda bırakacağız. Bazen balerin adımlarıyla yürürken çoğu zaman ayaklarımız kanayacak. Ama en sonunda öyle güzel bir ödül var ki; kendimiz, uçsuz bucaksız yüreğimiz…
Tüm bunları düşününce aklımda tek bir soru var; Hayat mı çok acımasız, bizler mi çok hayalperesttik? Ama yok yok bence bütün suç yine de bu Türk filmlerinin, bizi onlar mahvetti.