Övünmeden gururlanmadan edemeyeceğim. Eminim siz de “Hakkındır.” diyeceksiniz. Türk edebiyatı ve dahi birçok alanda Görkemli şair, muhteşem insan Orhan Şaik Gökyay’ ı bilmeyen yoktur. İşte o benim dedemdir. Öyle kan bağı ile olan değil, ta can bağı ile gönül bağı ile olan gerçek dedemdir. Biliyorum ki Orhan dedemin birçok torunu vardır. Ama onu en çok seven, en çok bilen torunu benim. Bu satırları okurken, belki de merak edip araştırıyorsunuz, “Kim bu torun.” diye. Sonra benim yalan söylediğim kanaatine varıyorsunuz. Çünkü Orhan dedemin biyolojik çocuğu yok. Hak veriyorum nereden bileceksiniz? O zaman bende kırk sekiz yıllık güzel anların saklı kalmasına neden olan ve her 23 Nisan Ulusla Egemenlik ve Çocuk Bayramı beni çocukluğuma götüren güzel zamanlardan bahsedeyim.
Şanslı insanlardan biriyim. Çok özel, güzel, başarılı olan ve hayata mührünü vurmuş insanlar tanıdım. Tabi’i ki bütün bunlar en büyük şansım, gururum olan ömrümce minnet duyacağım babam Âşık Şeref Taşlıova sayesinde olmuştur. Rahmetle ve hüzünle anıyorum. Âşıklık geleneğine, müziğe ve edebiyata girecek olursam yazımı toparlamam olanaksız olacaktır. Zaten bilenler biliyordur.
Köyümüzden Kars’ a yerleştiğimiz sene ben ilkokul ikinci sınıfta okuyordum. Çocuk yüreğim bayram heyecanıyla, bayram coşkusuyla doluydu. Bayram geliyordu… Üstelik çocukların olan en büyük bayram… Babam öyle diyordu… Atatürk bize armağan etmiş… Dünyada başka yerde yokmuş… Babam bayramı anlattıkça gözlerim doluyor, yaylı somya sedirde zıp zıp zıplıyordum. Annem de somyayı bozacağımdan korkuyor, “Dur hoplama in aşağı.” deyip duruyordu.
23 Nisan bayramına birkaç gün kala ilkokul öğretmenim sınıfımızda ki herkese bir görev vermişti. Bana da “Şairin kızına şiir okumak yaraşır, sende babanın şiirini oku. Şiirini baban seçsin. Sende ezberle.” demişti. Mutluluğumu tarif etmem mümkün değildi. Evimizin yakınında olan okulda bir nefese koşa koşa eve gelmiştim. İkindi vaktiydi. Pencereden evimize akan sarı ışık odaya huzur doldurmuştu sanki. Babam somya sedirde oturmuş saz çalıyor, sonrada söylediklerini önündeki muşamba örtülü masanın üstündeki daktilosunda yazıyordu. Tıngır, tıngır, şak şak. Bu ritmi ömrümce çok sevmişimdir. Babamın elinin sesiydi.
“Baba öğretmenim var ya bana ödev verdi. Senin istediğin bir şiirini okumamı istedi.“ diye içeriye dalmıştım. “Tamam, kızım sakin ol.” diyerek beni kucağına almıştı. Saçlarımı okşadıktan sonra, “Yarın öğretmenine selamımı söyle ve de ki babam bu şiiri okumamı uygun gördü. Sizinde kabul edeceğinizi söyledi.. Ne demek istediğimi Bekir öğretmen anlar.” demişti. Sonra da sözünü kesmeden “Sana Orhan Şaik Gökyay’ ın Bu vatan kimin Şiirini ezberleteceğim. Hatta beraber ezberleyelim. Biliyor musun kızım ben onun hem talebesi hem manevi oğluyum. Bir gün çalışma yaparken ara verdik bana döndü ‘Şeref benim çocuğum yok, sen benim oğlum olur musun seni çok beğenir, sever takdir ederim.’ dedi. Bende hiç düşünmeden bu benim için onurdur hocam dedim. Alnımdan öptü bende elinden öptüm. O gün bu gündür kızım biz baba, oğul olduk. Hep bir birimizi sevdik saydık, koruduk, gözettik. Bundan sonrada hep böyle kalacak. Her hafta bir birimize mektup yazarız. Mektuplar da bana hep “Oğlum.” diyerek hitap eder. 23 Nisan bayramında dedenin şiirini okuman çok güzel aynı zamanda anlamlı olur. Deden mutlu olur.” demişti.
O zamana kadar hiç görmediğim ve sonraki yıllarda da göremeyeceğim Orhan dedemi çok sevmiştim. Şimdi elli altı yaşında olan ben, hiç görmediğim Orhan dedemi çok seviyor, ardından hayır duaları ediyorum. Babamla yazıştıkları dosyalar dolusu mektuplar şimdi bizim servetimizdir. Her biri edebi değeri yüksek olan bu emsalsiz mektuplardan sayfalar dolusu hikâye, makale, deneme, roman yazılır.
Neyse konuya döneyim. Bayrama birkaç gün kalmıştı. Babamla birlikte yaptığımız şiir ezberleme çalışmalarımız son hızla devam ediyordu. Akşam yemeğinden sonra, odanın ortası tören yeri, pencerenin önü de kürsümüz olmuştu. Babam daktilosunda araya karbon kâğıdı koyarak yazdığı şiirin bir sayfasını bana vermişti. İlk başlarda ikimizde törendeymişiz gibi selam vererek şiiri çoksuyla kâğıttan okuyorduk. Birkaç okumadan sonra ilimizde ezberlemiştik. Arkasından mimik, el kol hareketleri, ses vurguları da çalışmıştık. Törende giyeceğim siyah rugan ayakkabım, kabarık beyaz kurdelem, bembeyaz yakam da alınmıştı. Tam tekmil hazırdım artık.
Törene iki gün kala babamı Ankara da ki programa davet etmişlerdi. Biz ailece alışıktık bu tür duruma. Sürpriz olmadı.
O akşam son provamızı yaptıktan sonra babam benim sesimi teyp kasetine kaydetti. Önce selam ve saygılarımdan sonra “Dedeciğim bu şiiri sizin için okuyacağım.” dediğimi sonra da şiiri bağıra bağıra ağlayarak okuduğumu hatırlıyorum. Babam kaseti bavuluna koymuştu.
1970 yılının Kars da kutlanan 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk bayramı muhteşem yaşanmıştı. Şiirimi okurken çok alkış almıştım. Herkes beni çok sevmişti.
Babam iki gün sonra Ankara dan dönmüştü. Beni yanına oturtarak bavulundan çıkardığı kırmızı kadife kutuyu ve zarfı bana uzatmıştı. “Bak kızım bunları Orhan deden sana gönderdi. Ona doldurduğumuz kaseti çok beğendi çok duygulandı. Dinlerken gözleri buğulandı. Beni yolcu ederken de bunları sana vermemi istedi. İçlerinde neler var bende bilmiyorum.” demişti.
Çocuk aklı işte, önce kutuyu açmıştım. İçinden pırıl pırıl hepsi bir boyda ve kilit yeri altın olan üç dolam inci çıkmıştı. Heyecanlanmıştım. Hemen boynuma takmış uzun zaman çıkarmamıştım.
Mektup ise el yazısıyla yazıldığından okuyamadım. Babam okudu bana. Mektupta ki her kelime binlerce dolam inci ederdi. Ondan mıdır bilmem ben incileri çok severim.
Gün bu gün oldu, ne o bayramı unuttum ne de dedemin şiirini. Vatanın ne demek olduğunu bilenlerdenim çok şükür. Yaşım ilerledikçe bu şiirin derinliğindeki manayı daha iyi kavrıyorum. Orhan dedemi, babamı, bu vatan için emek verenleri, bu vatan için çekinmeden can verenleri saygıyla, özlemle, minnetle, şükranla yâd ediyorum. Vatanım gibi onlar da ilelebet yaşayacaklar.
“BU VATAN KİMİN
Bu vatan toprağın kara bağrında
Sıra dağlar gibi duranlarındır.
Bir tarih boyunca onun uğrunda,
Kendini tarihe verenlerindir.
Tutuşup kül olan ocaklarından,
Şahlanıp köpüren ırmaklarından,
Hudutlarda gazâ bayraklarından.
Alnına ışıklar vuranlarındır.
Ardına bakmadan yollara düşen
Şimşek gibi çakan, sel gibi coşan,
Huduttan hududa yol bulup koşan
Cepheden cepheyi soranlarındır…
İleri atılıp sellercesine
Göğsünden vurulup tam ercesine,
Bir gül bahçesine girercesine,
Şu kara toprağa girenlerindir.
Tarihin dilinden düşmez bu destan
Nehirler gazidir, dağlar kahraman
Her taşı bir yakut olan bu vatan
Can verme sırrına erenlerindir.
Gökyay’ım ne desem ziyade değil,
Bu sevgi bir kuru ifade değil.
Sencileyin hasmı rüyada değil,
Topun namlusundan görenlerindir…”