Apartman çıkışında kendinden habersiz gibiydi. Bir eli karnının üstünde, diğerinde poşet asılıydı. Hüzünlü, uykusuz ve rengi kaçmıştı. Ayakta duracak hâli yoktu. Yaklaştım, selâm verdim, gözleri dolu doluydu. “Bana kim bakacak.” Dedi.
Bana kim bakacak, ifadesi iki dudağı arasından içten gelen bir baskıyla, yalvarırcasına çıkmıştı. Yutkundu, devamını getirmek istedi. Konuşamadı, önüne bakarken yere bir damla göz yaşı düştü. “Kimsesiz kalırsam ne yapacağım.” Dedi. Saçları diken gibiydi, elleri beyazdı. Duygusallığı zirve yapmıştı. “Pastaneden ekmek alıp döneceğim.” Dedi.
Pastaneye doğru ağır adımlarla yürüdük. İki adımda bir duruyor ve sözünü bitirmeye bakıyordu. Her sözünü bitirmede derin bir soluk alıyordu. Soluk alışım bitti, iki adım daha der gibi oyalandı.
Söz ve davranışları karşısında etkilendim. Onun atmosferine girmek istedim. Normalde öyle düşünmem ama duygusallaştım, üzüldüm. Çaresizlik içerisinde çırpınan bir insanın görüntüsünü açıkça sergiliyordu. Böyle bir atmosfer karşısında, ne diyeceğini bilemiyorsun. Elin ayağın karışıyor. Söyleyeceklerin ona dokunacağını zannediyorsun. Suskunluğun ona benziyor.
“Pastanede mi? Çalışıyorsun.” Dedim. Sipariş götürüyorum, yer gösteriyorum, dedi. Şimdilik kendi işimi görüyorum. Elimden geldiğince de pastaneye yardım ediyorum. Boş durmamış oluyorum. Ekmek alıp geri döndü. O gün ki dersime gitmek üzere ayrıldım.
Aradan bir hafta geçti, Serkan ile pastanenin önünde karşılaştık. İzinliymiş, hava almak için evden dışarı çıkmış. “Postacı mektup dağıttığı yerlerde gezermiş.” Dedi. Serkan’a romanımı hediye ettim. “Hayatım roman, benim hayatımı da yaz.” Dedi.
Hayatının roman olduğunu neden söyledi, diye merak ettim. Serkan anlatmaya başladı. Bir dakika bekle, dedim. Evlerinin önünde banka oturduk, çantamdan defterimi çıkarttım ve anlatmaya başladı ve ben de yazdım. Başından geçen hikâye gerçekten acıklıydı. Çünkü doğduğunda: karakaş, kara göz, kırmızı yanaklı ve sevimli, sempatik bir bebekmiş. El bebek, gül bebek bakılmış, aile, komşular dahi çok sevmişler. Kucaktan kucağa geziyormuş. O doğduktan sonra bahçeli bir eve yerleşmişler.
Serkan dört yaşında büyüklerle oynamaya başlamış. Cümle kurarak konuşmayı ve derdini anlatmayı başarmış. Bu yaşta, mahalledeki çocukların arasına karışmış. Bahçede oynuyor, koşuyor. Böyle bir günde soğuk alıp hastalanıyor. Ateşi düşmeyince, hemşire geliyor ve iğne yapıyor. İğnenin sonucu felaket, bir olay gerçekleşiyor. Serkan ateş içerisinde yanar, ağlar kimse durduramaz.
İğne sonucu ele avuca sığmayan, mahallenin göz bebeği Serkan felç olmuştur. Hiçbir tarafı hareket etmez. Anlatırken, elleri buz kesti. Heyecandan dişleri birbirine çarptı. Yüzü ateş gibi kızardı, peşinden sarardı. Sinirsel depresyon geçiriyor gibiydi. Onu sakinleştirmek için, biraz dinlen dedim. Ayrıca anlatmayabilirsin de dedim. Benim sözlerimi duymadı ve anlatmaya devam etti.
Serkan, bir deri bir kemik kaldım. Kırmızı yanaklarım, kara kaş kara gözlerim soldu ve çöktüm. Hiçbir şey algılayamaz oldum. Büyüklerim şaşkın ve bitkindiler. Yere ve göğe sığmayan Serkanları hareketsizdi. Gözleriyle dahi bilgi alışverişinde bulunamıyordu.
Yatağa mahkûm edilmeyen Serkan, kucaktan kucağa geziyordu. Yine ailenin gözdesiydim derken çenesi titredi. Bir gün amcası onu bahçede dolaştırırken, düşürür. Sırt üstü yere serilir. Başını da taşa çarpar. Amcası üzerine eğilmesiyle bağırma kopar. Bağırma sevindiricidir. Kucağına alır ve eve koşar. Evde bayram yapılır, herkes şaşkındır. Serkan peltek de olsa konuşur.
Annesinden su ister. Acıktığını söyler. Doktoruna hazırlanır ve hastaneye giderler. Sağ kolunda ve sağ bacağında sakatlık kalır. Yürümesi yavaş, eliyle bir eşyayı tutamıyor ama şaşılacak bir iyileşme gerçekleşiyor.
O haliyle liseyi bitiriyor ancak yüksek okula gitmiyor.
Serkan yazdığı şiirleri, senaryoları gösterdi. “Kendi kendimi eğitiyorum.” dedi.