Kuşluk vakti olduğu hâlde sıcak ve nemli hava bunaltmaya başlamıştı. Kahvaltıda isteksizde olsa bir şeyler yedik. Çimenden dereyi ve denizi seyretmeye başladık. Nem ve sıcak da dozunu artırdı, yapış yapış olduk. Kuş sesleri de kulağımıza neşeli bir nağme gibi gelmemeye başladı.
Kardeşim, “Denize gidelim.” Dedi.
“Evde kimse yok, gittiğine say” Dedim.
Yoldan da geçen yoktu. Kimse evden çıkmıyordu. Çöl ortamında bir vahada gibiydik.
Fındıklığı arada gözetliyorduk. Yanımızdaki sürahiyi kaldırdım ve kardeşimim başından aşağı boşalttım.
“Belki kendine gelirsin.” Dedim.
Yine de suyun etkisiyle ürperdi. Ağır adımlarla yol alan çocuk, tarlaya saptığında kardeşim, küçük bir çocuğun tarlaya saptığını söyledi. Geri döndüm ve göremedim. Biz de kalktık ve tarlaya doğru yürüdük. Beline bağladığı bir torba ile fındıklığın sınırında duruyordu. Az sonra fındık ocağına yaklaştı ve adımını korkak bir şekilde attı.
Onun için, hayatın anlamı bulabileceği bir avuç fındıktı. Bir avuç fındık onu sevindirecek ve mutlu edecekti. Kardeşim, “Kim bilir aklından neler geçiyor.” Dedi. Dereden gelen bağrışmalar onu tedirgin etmiş olacak ki, dallar arasından sesin geldiği yeri görmeye çalıştı.
Onu bir süre daha gözetledikten sonra, güldük, sesli konuştuk ve yanına vardık. Çocuğun yüzü sararmış, zayıf ve parmakları bir deri bir kemikti. Gözlerinin altı siyah, elmacık kemikleri çıkıktı. Kardeşim, “İsmini ve burada ne aradığını sordu. Çocuk, adını söyledi ve “Başak için geldim.” dedi. Babası ileride fındık topluyormuş onu da fındık aramaya göndermiş. Çocuk bu yıl ilk okula kayıt olacakmış.
Çocuk ürkekti, yaşadıklarına belki bir anlam veremiyordu ama derdini heceleyerek de olsa anlattı. Boşlukta yol alıyor ve fırtınayı içinde hissediyordu. “Başak toplanmış fındıklıkta görülemeyeni aramaktır.” Dedim. Kardeşim, yukarda başağın çok olduğunu söyledi. “Seni oraya götüreyim. Oradan babana gidersin.” Dedi. Evin yanına çıktık. Dut ağacının altına oturduk. Ona limonata verdik. Kardeşim de şelek aldı ve fındıklığa girdiler. Çocuk ocaklar arasındaki fındığı görünce sevindi. Kardeşim, torbanı doldur. Ben de şeleği dolduracağım, dedi.
Çimene geldiler ve topladıkları fındığı serdiler. Çocuk sevindi. Bir an önce babasına gitmek istedi. Köyünü ve arkadaşlarını anlattı. Annesinin geçen yıl kayalıktan düşerek vefat ettiğini söyledi. Kardeşim, acıktık bir şeyler yiyelim öyle gidersin dedi. Ekmek arası köfte ve yoğurt yedik. Çocuk limonata içti ve onu kardeşim babasına götürdü.
Kardeşim babasına “Çocuğunuzun başağını kuruduğunda alırsınız.” Demiş. Akşama babasıyla geldi. Başağını gösterdi. Babası ona fındık verdiğimizi anladı. Çok memnun oldu. Kardeşimin arkadaşı için, baba “Akrabam” dedi. Çocuğa, yarın da geleceksin dedik.
Çocuk, sabah erkenden geldi. Kahvaltıyı birlikte yaptık. Kardeşim onu da şehre götürdü. Evin ihtiyaçlarının yanında, çocuğa tanıdık mağazadan, ayakkabı, çorap, terlik, pantolon ve kazak aldı. Mağaza sahibi de ona mont ve gömlek hediye etti. Eve geldiklerinde çocuğun heyecanını anlatamam. Bir an önce babasına gitmek istedi.
Üç gün sonra, işleri bitmiş ve köye hazırlık yaptıklarında hediyeleri ve fındığı verdik. Babası, “Yaptığınız iyiliği anlatamam. Çok sevindim, çocuk boynumuza sarıldı, ağladı ve gitmek istemedi. Çocuğun davranışına duygulandık.
Hayatın her safhasına yenik başlamışlardı. Çalışmışlardı ama boğazlarını dahi bakamamışlar. Baba, “Bu yoklukta çocuk okutacağım.” Dedi. Hayat onlara ağır yük vurmuştu. İş kapıları ise onlara kapalıydı.
Baba mevsimlik iş bulabilirsem çalışıyorum. Diplomam olmadığı için, işe almıyorlar. Annesi çayır keserken, ayağı kaydı ve kayadan yuvarlandı. Çok çektim ama çilem bitmedi. Acım sonsuz. Ana olmayınca onları başıma toplayamıyorum. Toprağımda çalışıyorum. İki ineğim olmasa aç kalırız. Bunu okutabilsem hiç değilse kendini kurtarsa başka bir şey istemem.
Kardeşim, öğretmen olarak çalıştığı okulun adresini verdi. “Çocuğu ben okutacağım. Biz de sebze satarak okuduk.” Dedi. Baba ne kadar sevinse, yarınından korkuyordu. Kendini değersiz hissediyor, yaşamamın hiçbir anlamı yok, demek istiyordu.
Hayat işte, olaylar karşısında kendimizi koruyamadık. Hep endişe içerisinde yaşadık. Bir taraflara savrulduk, tutunamadık. Zaman oldu, ekmeğimizi dahi kazanamadık. Kimseden yardım görmedik. İnsanlar çıkarının peşine koşuyor. Gözleri kimseyi görmüyor. Okumadık ki, bir yere girebilelim. Ağabeyi kışın kahvede çalışıyor da eve ekmek getiriyor. O sayede ayaktayım.
Sabahın esintisi mısır saplarının kokusunu eve doldurmuştu. Sevgi ve güvene muhtaçtılar. Sanki yapay bir ortamda yaşıyordu. Çocukları olmasa, hanımı gibi, büyük kaya sonunu tayin ederdi. İneklerini satmış ve evinin kapısına kilidi vurmuş, Sakarya tarafında bir köye göç etmiş. Bir yıl sonra böyle bir bilgiyi kardeşimden aldım.
Ankara’da ameliyat olacak yakınımızı ziyarete gittiğimde, kardeşimle de buluştuk. Hastanenin koridorunda, bahçesinde zaman geçiriyoruz. O gün durumu belli olacaktı. Ameliyat başarılı geçmişse geri dönecektik.
Koridorda oturduk ve sohbet ediyoruz. Kardeşim öğrencilerini anlatıp gülüyoruz. Yanımıza birinin yaklaştığını geç fark ettik. Yaklaşan doktordu. Hastamızla ilgili olmadığını anladım. İyice yaklaştı. Kardeşimin omuzuna tuttu.
“Başakçı çocuk” Hatırladınız mı? Dedi.
İkimize birden sarıldı, gözyaşlarını tutamadı. Aramıza oturdu, ellerini omuzumuza attı. Hayatımızın yönünü değiştirdiniz. Ankara tıp mezunuyum. Dahiliye ihtisası yapıyorum.” Dedi.
Hayatın onlara tayin ettiği acıları anlattı. Yılmadığını çalıştığını ve başardığını söyledi. Babası üç yıl önce vefat etmiş. Yerleştiğimiz köyü satmadık. Ağabeyim orada kalıyor. Ona destek oluyorum. O yıl ayrıldıktan sonra babam köyü satmış ve bir daha köye gitmek nasip olmadı.
Kardeşim, bu yaz bekliyorum. Hatta köyüne beraber gideceğiz dedi.
Başakçı çocuk, bırakmak istemedi. Ondan çok zor ayrıldık.
Hasan TANRIVERDİ