Ormanın dere ile kesiştiği yerdeki kara taş kulübede kalıyordu. Köyde ona, “Kuru kafa” adını takmışlardı. Kuru kafa, çocukların hayallerine konu oluyordu. Kuru kafa bir günde iki il dolaşır gelir, diyen çıkıyordu. Kuru kafa hayvanları parçalar ve pişirmeden yerdi, hikâyeleri de dillerdeydi.
Kuru kafa yaşadığı acıları arada değirmenci dayıya anlatırmış. Değirmenci dayı, kuru kafa deyip geçmeyin, hayatın sillesini yemiş, kimsesiz kalmış ve dere, zamanını geçirdiği oyun sahaları olmuş. Dereden topladığı eski eşyaları, çınarın dallarına asmış ve ağacın gövdesi görünmez hâle gelmişti.
Derenin balığı ve odunu geçim kaynağı olmuştu. Balığı temizler ve pişirmeden yermiş. Pişirme işlemini bazen yaparmış. Değirmenci dayının yanında yer doyarmış. Evinin arkasını dereden topladığı ağaçla doldurmuş, dallarını da kırıp evin içinde yakarmış.
Evinin yanındaki merekte anası iki inek bakarmış. Silah sesleri duyulunca, ağabeyi arkadaşıyla gelmiş ve hemen kaçmalarını söylemişler. Ana ve baba hazırlanıp yola çıkana kadar topların mermileri ormanı talan etmiş. Acilen kaçarken de Küçük Ali’yi unutmuş ve yanlarına almamışlar. Küçük Ali düşmanın eline geçse de bir gece kaçmış. Muhtar onun bakımını üslenmiş. Ali büyüklerini hayal meyal hatırlıyor. O günden bugüne mücadelesi sürüyor.
Bizler okula gitmeden ve gittikten sonra da kuru kafa dilimize yer etmişti. Kuru kafa ile bizleri korkutuyorlardı. Fen öğretmenimiz, laboratuvarda insan iskeletini sınıfın ortasına getirmiş ve “Kuru kafa” demişti. Hepimiz, kuru kafa! Dedik. İskeletin gözleri kırmızı, dişleri uzun ve dışarıda… Çene korkunç derecede açık. Kuru kafa korkunun odağı durumuna geldi.
Korkunçluğunu rüyalarımızda da sürdüren kuru kafa, dillere dolandığı kadar korkunçtu. Kuru kafayı laboratuvardaki görünüşüyle bağlantılı olarak dere kenarında düşündüğümüzde korku paçayı sarıyordu. Bundan sonra dereye hiç inmedik. Yalnız değirmenci dayıdan bilgi alma ihtimalimiz vardı. Artık kuru kafadan sonra top oynamak bile hayal olmuştu.
Son günlerde düşen yıldırım, kuru kafaya müthiş bir felaket yaşatmış. Dayıya “Ölmedim, çekeceğim çile daha dolmamış.” Demiş.
Yağmurun sele dönüşmemesini seviyormuş. Derede sel demek kuru kafanın açlığa başlaması demekti. Sel suları çekildikten sonra derede dolaşır ve taş toplardı. Taşlara çeşitli resimler ve şekiller çizerdi. Daha büyük taşları ise yontarak kendine göre heykeller yapardı.
Heykellere yaslanır sularla akıp giderdi. Çağlardı derinden, kayalardan çayırlara sapardı can suyu için. Taşlara çarpar, onları birbirine sürttürür ve cilalanmasını sağlardı. Babasından kalmış ve güve denilen böceğin delik deşik ettiği kabanı giyer, nerde akşam orada sabah uyurdu.
Büyükler gittikten sonra kuru kafa hâline gelen Ali, kendini toparlayamadı. Kekeledi, konuşmayı unuttu. Yine de hafızasını yokladı ve babasının sevdiği türküyü hatırladı. “Damdan dama atlayan” Dedi. Baharın neşesiydi ona yansımış olan. Hatırladığı kadar taşları yontarak baba, ana ve ağabeyini heykelini yaptı. Ayrıca düz taşlara resim çizdi. Kimi görmüşse resmetti. Evin içi o kadar güzel heykellerle donatılmıştı ki, hayran olmamak elde değildi.
Değirmenci dayıyı ziyaret eden kuru kafa, karnını doyurduktan sonra kulübesine gitmek üzere dereye iniyor. Dereden aşağı mı? Gitti. Yoksa yukarı mı? Gittiğini kimse bilemedi.
Kuru kafa o günden beri kayıp. Çevrede üzülen, ama nasıl kaybolduğunu merak eden de çok olduğu biliniyordu. Muhtarın başkanlığında evine girdiklerinde, heykeller, resim ve şekiller her tarafı doldurmuştu.
Kuru kafa, kimi görmüşse onun resmini yapmış, acaba sahip çıkılsa sanat eseri diyebileceğimiz eserler ortaya koyabilir miydi?
Küçük Ali bir garip, kulübesi bir garip ve evinin içini donattığı heykeller ve resimler de bir garipti.
Öğretmenimizin de insan iskeletine, “Kuru kafa” Demesi bizler için, bir garipti.
Hasan TANRIVERDİ