Köy altındaki su değirmeninin çalışmasını üslenen yamaktı. Yamak, keyfi hareketleriyle dikkat çekiyordu. Onun için öğütme işlevini ona bırakmıyorduk. Çünkü yamak için hayatın bir anlamı da köprünün ayağından derenin deniz ile kesiştiği yerdeki suyun hareketliliğini seyretmekti.
Köprü başında oturmakta ne buluyorsun? Dediklerinde.
“Sel sularının dalgalarla çarpışmasını izlerken kendimden geçiyorum. Dereye sel geldiğinde mutlaka köprüye gitmem gerekir.” Diyordu. Denizin sert rüzgârı yüzünü karartmış, elleri ise soğuktan morarmıştı. Yazı ve kış aynı giyecekler sırtındaydı. Ne yer ne içer kimse bilmez, yalnız akşam karanlığında dereden balık tuttuğunu gören oluyormuş.
Mısır ve buğday torbalarını ambara boşaltır ve unun döküleceği yeri süpürürdü. Torba sahipleri tanıdıksa bırakır giderdi. Ambara mısırı boşalttığında kendi kendine konuşurdu. Sesini duyan öğütülme işleminin başladığını anlar, içeri girer ve unun başında dururdu.
Yamak, meyve kurusu gibi, incelmişti. Bir deri bir kemik boşuna söylenmemişti. Yine yaz ve kış ayağından çizmelerini çıkartmazdı. Hiç kimseden hediye kabul etmezdi. Ceketi hamura bulanmış gibiydi. Gözlerinin açık veya kapalı olduğunu fark etmek mümkün değildi.
Değirmende un öğütmek Yamak olmadığında zordu. Bilen biri varsa yardım ediyordu. Bu durumda Yamağı aramak söz konusu değildi. Herkes kendi imkanlarıyla unu torbalıyordu. Çocuklar un ile ilgilenmezse onların sırası en arkaya kalıyordu. Çünkü çocuklar, derede balık tutuyor veya deniz kenarında oynuyordu.
Yamak kimsenin yanında durmadığı için, ona yaban adamı derlerdi. Yaban adamı, büyük şehir hayalleri kuruyormuş. Şehirde, el arabasıyla meyve satacakmış. Askerliğini büyük şehirde yaptığı için, satıcıları meyve satarken görürmüş.
Değirmende kalıyormuş. Değirmenin üst katını onarıp ev olarak kullandıran babası onun rahat etmesini sağlamış. Çatı çökmüş, pencereler kapanmış ve kapı çürümüştü. Su içinde hayat geçmez, değirmenin elini ayağını biraz olsun düzeltin diyenlere baba, Yamak için fazla bile diyordu. Yamak ise ortanca oğluydu.
Yamak babasıyla mücadele eder ve her defasında dayak yerdi. Kafasında kırılan sopaları saklarmış. Köprü başına o sopaların biriyle gitmeyi adet etmiş. Babasını görürse köprünün altına saklanırmış.
Yamak şehirler arası otobüse kaçak olarak binmiş. Yirmi kilometre gitmeden otobüsü pis bir koku sarmış. Arıyorlar ki, yük konan yere girip saklanmış. Onu deli sanıp yol kenarına bırakmışlar. Yağmurlu bir günde on iki saat yürüyerek değirmene gelmiş.
Yamak hayatına son vermek için, önce değirmeni yakıyor. Sonra kendini selin önüne atıyor. Yamak akşam olmak üzere iken, olaylar sonunda canına kıymak istiyor. Babası haberi alır almaz değirmene koşuyor ve köylülerin yardımıyla değirmeni yanmaktan kurtarıyorlar. Değirmenin yanacak bir tarafı yoktu ki. Diğer taraftan Yamak selin gücüne dayanamamış ve istemese de sürüklenmiş.
Yamak bir taşın altına sokulmuş, hava boşluğundan yararlanıp boğulmaktan ve denize sürüklenmekten kurtulmuş. Sabahtan onu bulup hastaneye kaldırmışlar. İki hafta yatırıldıktan sonra sağlığına kavuştu ve köye muhtarın yanına geldi. Babasına gitmeyeceğini söylemiş. Babası onu aç bırakıyor, yakacak vermiyormuş. Dereden tuttuğu balıkları temizledikten sonra o şekilde yutarmış.
Yamak balık yuttuğu için ayakta kalabiliyormuş.
Muhtar olaya el atıyor. Babasıyla konuşup konuyu tatlıya bağlamak istediyse de yamak aradan kaçıyor ve kayboluyor. Birinci gün hastanede ve ikinci gün de bir kamyonla vilayet tarafına gittiğini görmüşler
Yamak o gidiş bir daha görülmedi.
Hasan TANRIVERDİ