Sapanca Gölü’nü balkonumuzdan seyrediyoruz. Etrafı ormanlarla kaplı manzara bir tablo gibi harika! Sapanca’da oturan eşimin akrabalarına bir Cumartesi günü ziyarete gittik. Peyzajı yapılmış evlerinin bahçesinde oturup sohbet ettik. Kitaplardan da bahsettik. Ayrılmak üzereyken, “Dostlarımın alması için üç çuval kitap ayırdım. Beğendiğin varsa alabilirsin.” sözüyle evlerine geçip merdiven altındaki çuvalları açtım. İçlerinden bir çuvala yakın seçtiğim kitapları ayırıp eve getirdim.
Sizlere onların arasından okuduğum Stendhal’ın 1998 yılında basılmış, “İtalya Hikayeleri 1” adlı kitabındaki “Cenciler” adlı öyküsünden bahsetmek istiyorum. Önce Standhal’ı kısaca tanıyalım. Onu edebiyatımızda “Kırmızı ve Siyah” romanı ile tanıyoruz. Marie Hanri Beyle asıl adıyla Fransız edebiyatının en büyük realistlerindendir. Yazar, sanat, aşk ve güç çağına karşı özel bir ilgi duymaktaydı. Boş zamanlarında sahafları gezerdi. Bunlar arasında Nopoli ve Roma dili ile yazılmış toz toprak içinde birçok belge bulmuştur. Romantizmin en güçlü olduğu dönemlerde bile yazdığı eserler psikolojik çözümlemelere yer vererek gerçekçi anlayışı benimsemiştir. Adıyla anılan bir de sendromu vardır. Bir kişinin özellikle sanat eserlerinin güzelliği ve ihtişamı ve insanı içine çeken havası karşısında kalp atışlarını artması diye, tanımlanır.
Gelelim kitapta 1585 yılında yaşanmış gerçek öyküye… Bu öykü, 1 Mart 1837’de Reveu des Deux Mondes’da yayımlanmış. Yazarın XVI. yüzyıl İtalya’sı üzerine yazdığı öykülerden ilkidir. Nasıl edindiğini de söyle anlatıyor. “Çok zengin ve çok cimri, yaşlı bir soylu, tablo yerine bana, zamanla sararmış birtakım eski elyazmalarını, çok pahalıya satmak istedi; bunları gözden geçirmek için izin istedim; kabul etti ve yazıları satın almazsam okuyacağım meraklı öyküleri belleğimde saklamamak bakımından dürüstlüğüme güvendiğini söyledi.”
Yazarın yüksek bedel ödeyerek aldığı belgeler, çok acıklı serüvenler, düellolara davet ve meydan okuyan mektuplardı. Soylu komşular arasında alıp verilmiş barışma mektuplardan oluşan dört yüze yakın ciltten oluşan kitabı gözleri bozulma pahasına okumuş. Sonuçta, 1500 yıllık İtalya geleneğine ait belgelere sahip olmuş.
Don Juan denildiğinde birçoğumuzun aklına Moliere’in yazdığı Don Juan’ı gelir. Bunun aynı zamanda filmi ve tiyatrosu da vardır. Don Juan’ın özelliği, kendisini güzel kadınlara doğru çeken önüne geçilmez tutkuya kapılmadan önce davranışlarını ideal bir örneğe uydurmak, kadıncıl ve nükteci bir kralın sarayında olağanüstü beğenilen bir adam olmaktır.
İtalya’nın Don Juan’ı ise Francesco Cenci’ydi. Bu adamın olması için dünyada ikiyüzlülüğün devam etmesi gerekiyordu. Bu adam, şeytanca rolünü oynarken Hristiyan dininden de yararlanmıştır. Çünkü, çaresiz kölenin, bir gladyatörün seçkinlik ve ağırbaşlılık bakımından doğrudan doğruya Sezar’ın ruhuna eşit bir ruha sahip olduğunu dünyaya din öğretmiştir.
Don Juan, Budala yurttaşları nasıl şaşkınlığa düşürsem? Bütün bu bayağı insanlardan çok başka olduğumu çok güçlü duyma zevkini yoksa nasıl tadardım? Diyen, bu dünyanın en kötü babası neler yapmış bir bakalım.
Francesco Cenci farklı bir Don Juandır. Belki de içine şeytan kaçmıştır. Veya şeytanın ta kendisidir. Kadınlardan hoşlanan oldukça zengin bir sapıktır aynı zamanda. O Kral filan tanımazdı. 15 Eylül 1598’de kızının ve karısının gözleri önünde öldürülmüştü. Bu zalim adam ne yapmıştı da, öldürülmüştü?
Roma’da dört ünlü tablonun olduğu söylenir. Bunlardan birisi de Barberini Galerisi’ndeki tablodur. Özellikle kadınları buraya çeken Beatrice Cenci’nin üvey annesidir. Bu tablo neden mi bu kadar ilgi görüyor? Aslında bunun gizemi o tablodaki hikâyededir. Olay 1599 İtalya’sında geçiyor. Baba Francesco o yıllarda sayısız cinayetler işler. Kim ona karşı gelir, hemen öldürürdü. Bir keresinde iki çaresiz kadını gözleri önünde öldürtmüştü. Bunlardan birisi kızı, diğeri ise ilk karısı idi. Tanrı’ya inanmazdı. Rezilce aşklarından dolayı üç kez hapis yattı. Ancak o dönemde kiliseye yapılacak büyük yardımlar veya Papazlara el altından verilen rüşvetler, mahkûmlar için özgürlük demekti. O da, Papazlara verdiği rüşvetlerle kurtulmuştu. Sürekli yalnız kalmayı severdi ve kimseye haber vermeden atıyla gezerdi. Atı yorulunca bir başka at alır veya çalardı. Eğer karşısındaki güçlük çıkartırsa, onu olduğu yerde bıçaklayıp öldürürdü.
Çocukları onun için hiçbir şeydi. Onlara küçük yaşlarından beri kin duyardı. Çocuklarını okumaları için İspanya’da Salamanca Üniversitesi’ne göndermiş, ancak onlara hiç para göndermedi. Yaptığı bu hareketten zevk duyuyordu. Çocuklar, çaresizce çevresinden ödünç para alıyor ve zaman zaman da dileniyorlardı. Okullarını tamamlayamadan babalarının yanına geri dönmek zorunda kalmışlardı. Babası para içinde yüzmesine rağmen onlara ne giyecek ne de gıda alıyordu. Çocukları bu duruma dayanamayınca Papa’ya bildirmek zorunda kaldılar. Cılız bir nafaka ile çocuklar babalarından ayrılmıştı. Baba üçüncü kez hapse atılmıştı. Çocuklar babalarının hapisten çıkınca kendilerine eziyet edileceği düşüncesiyle öldürülmesi için Papa’ya yalvardılar. Baba bir yolunu bulup rüşvet vererek hapisten çıkmıştı. Kini ise daha da artmıştı. Büyük küçük demeden hepsine sataşıyor ve dövüyordu. İki kızını her gün dayaktan canlarını çıkartıyordu. Kızlardan birisi Papaza dilekçe vererek bir an önce evlendirilmesini veya manastıra kapatılmasını istedi. Papa kızı soylu birisi ile evlendirdi ve babayı yüklü bir çeyiz vermeye zorladı. Baba buna çok içerledi. Kızını sarayına kapattı. Onu döve döve neredeyse canını çıkardı. Bir gün bir oğlunu domuz kasabı diğer oğlunu da Paola adında bir genç öldürmüştü. Babaları onların cenaze törenine mum parası bile harcamak istemedi. Hatta o yakacağı tek mumu sarayında sevincini göstermek için yakmak istediğini belirtmişti.
Baba bunlarla da yetinmedi. Büyümüş ve güzel kızı Beatrice’ye tecavüz etmek için ona gözdağı vererek sapkınlıklarını artırdı. Kızı, karşı geldiğinde onu feci şekilde dövüyordu. Zavallı kız, ablası gibi kurtulmak için Papa’ya dilekçe vermek istese de baba bir yolunu bulup o dilekçenin gönderilmesini engelledi. Talipliler gelince, kızıyla ilişkisi olduğunu söyleyip ondan nefret etmelerini sağlıyordu.
Bu kadar kötülüğün sonunda ne mi oldu?
Çocuklar ile üvey anne, Don Juan’ı öldürmek için Monsenyör Guena’nın evinde babalarını nasıl öldüreceklerini planladılar. Farklı planlardan sonra Meryem’in doğduğu günü babalarının ölüm gününü ilan ettiler. Kızı Beatrice, Mario ile Olimpio’yu saraya aldı. Babaları derin uykusundayken onları odasına götürdü. Kadınlar dışarıda beklerken adamlar geri dönerek, uykudaki bir ihtiyarı öldüremeyeceklerini söylediler. Kızı buna oldukça kızdı. “O zaman ben de kendi ellerimle öldürürüm!” deyince, adamlar ikna oldular ve tekrar odaya girdiler. Birinin elinde irice bir çivi vardı. Yanındaki çiviyi babalarının gözüne doğru dik tuttu. Bir çekiç darbesi ve ardından gelen boğaza saplamalar arasında günahlarla dolu ruh iblisler tarafından öldürülmüştü. Kızı, iş bitimi söz verdiği gibi kiralık katillere para dolu bir kese vermişti. Ölüyü sarmalayıp ıssız bir Mürver Ağacının üstüne attılar. Ertesi gün ceset bulunduğunda sarayda şaşkınlık vardı.
Kadınlar huzura kavuşmak için Roma’ya geri döndüler. Ama huzur bulacaklar mıydı? Hayır. Şüpheler yoğunlaşınca Yargıçlar, yargılamalar, derken olay derinlemesine araştırılacak. Seri katiller olayı itiraf ettiklerinde ölümler de kaçınılmaz olacaktı. Olaya karışanların birçoğu idam edildiler. Yalnızca Bernardo kürek cezasına, mallarının elinden alınmasına ve ötekilerin ölümlerinde hazır bulunma cezalarına çarptırıldı. Sonuçta Santa Trinita Kilisesi’ne dört yüz bin Frank vermeye üstlenerek kurtulmuştu. O dönemde istenen para kilisenin kasasını doldurmak mı yoksa adaletin bir gereği miydi, bilinmez ama bilinen bir gerçek vardı ki, su testisi suyolunda kırılırken, günümüzde olduğu gibi birçok çiçeği de yok etmişti…
Ertuğrul Erdoğan
Yirmidörttemmuzikibinondokuz.