1970 yılında, ülkemizin tarihindeki en önemli işçi-emekçi eylemlerinden biri olan “15-16 Haziran İşçi Direnişi”nden sonra dönemin genelkurmay başkanı Memduh TAĞMAÇ, “Sosyal uyanış eknomik gelişmeyi aştı.” diyerek bu gelişmenin durdurulması gerektiğini vurguladı. Bu sözden dokuz ay sonra, 12 Mart Muhtırası olarak bilinen askeri müdahale gerçekleşti. Bu müdahale sonucunda anayasanın yaklaşık 40 maddesi değiştiridi; temel hak ve özgürlükler sınırlandırıldı, Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarma yetkisi verilen yürütme organı, yasama organı karşısında daha güçlü duruma getirildi. Radyo ve televizyon yönetiminin özerkliği kaldırıldı, üniversitelerin özerkliği sınırlandırıldı. Kamu çalışanlarının (memurların) sendika kurması yasaklandı. Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) kurularak doğal yargıç ilkesi zedelendi, hukuk devleti anlayışından uzaklaşıldı. O önemdeki olayların, kargaşa ve anarşinin en önemli sorumlusu olarak suçlanan öğrencilerin üç önderi (Deniz GEZMİŞ, Yusuf ASLAN ve Hüseyin İNAN) 6 Mayıs 1972’de idam edildi. Bu üç gencin dramı, 68 Kuşağı’nın yaşadığı hayal kırıklığının, acının ve yıkımın adeta simgesiydi ama onlar sonraki yıllarda direncin ve umudun de simgesi oldular.
Peki ama “12 Mart” neydi? Neyi amaçlıyordu?
1961 Anayasası’nın; içeriği ve getirdiği yeni kurumlarla siyasal, ekonomik ve sosyal açılımlara zemin hazırladığı, özellikle çoğulculuk (plüralizm), hukuk devleti, sosyal devlet, demokrasi ve insan hakları yönünde önemli gelişmelere yol açtığı vurgulanmıştır hep. 1961 Anayasası’nda ilk kez yer verilen yeni kurumlar, üst yargı organları, denetleme ve dengeleme mekanizmaları ile kuvvetler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü ilkesinin, parlamenter sistemin güçlendirilmesi düşünülmüştür. Bu amaçla iki meclisli sistem benimsenmiş, yasaların anayasaya uygunluğunu denetlemek için Anayasa Mahkemesi kurulmuş, üniversitelerin, radyo ve televizyon yönetimlerinin, haber ajanslarının özerkliği sağlanmış, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) gibi yeni kurumlarla planlı kalkınma hedeflenmiştir. Öte yandan 1961 Anayasası’nda ilk kez “sosyal devlet” ve “insan haklarına dayanan devlet” ilkelerine yer verilmiş (Madde 2), bireylerin sahip olduğu hak ve özgürlükler yine ilk kez ve ayrıntılı biçimde “Temel Haklar ve Ödevler” başlığı altında düzenlenerek anayasal güvence altına alınmıştır (Madde 10-62).
Türkiye’de 1961 Anayasası ile oluşmaya başlayan siyasal yapı, özgürlük ve hoşgörü ortamı toplumsal, ekonomik ve kültürel alanlara da hızla yansıdı. Edebiyat ve felsefe alanındaki dünya klasikleri 1940-1966 yılları arasında Devlet eliyle Türkçe’ye çevrilmişti. Bu çevirilerin amacı dünyayı ve özellikle Batı’yı tanımaktı. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali YÜCEL, bu çalışmaların hedefini “Aydınlanma ve Hümanizma” olarak ifade etmişti. Sanayileşmenin ortaya çıkardığı toplumsal ve ekonomik yapıyı (kapitalist toplumu) inceleyen, analiz eden eserlerin ve özellikle Marksist klasiklerin Türkçe’ye çevrilmesi ise bu özgürlükler ortamında, 1960’lı yıllarda başladı. Bu çevirilerin temel amacı sanayi toplumlarının yapısını, temel çelişkilerini, sorunlarını ve çözüm yollarını anlamayı amaçlıyordu. Bu dönemde kitap, dergi, gazete sayısındaki artış, tiyatro, sinema, konser vb. sanat etkinliklerine olan yoğun ilgi, düşünce yelpazesinin genişlemesini, çeşitlenmesini sağladı. Özellikle yüksek öğrenim için kırsal kesimden büyük kentlere gelen gençler, kendilerini bu siyasal ve entellektüel tartışmaların içinde buldular. Öğrenci, işçi, memur kesimi başta olmak üzere toplumun tüm kesimlerinde hızlı bir uyanış, bilinçlenme ve örgütlenme başladı. “Demokratik kitle örgütleri” olarak adlandırılan sendika, dernek, meslek odası vb. kuruluşların sayısı ve gücü arttı. Üretilen pastadan (milli gelirden) daha fazla pay alma mücadelesinin neden olduğu olaylar ve gerilim toplumun tüm kesimlerinde hissedilmeye ve etkili olmaya başladı.
İşte 12 Mart 1971’de yapılan askeri müdahale bu gelişmeyi durdurmayı amaçlıyordu. Zaten bu müdahaleden dokuz ay önce, dönemin genelkurmay başkanı Memduh TAĞMAÇ, “Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı.” diyerek bu gelişmenin durdurulması gerektiğini veciz şekilde ifade etmişti ve öyle de oldu. Bu nedenle “12 Mart”, gerçekte dikensiz gül bahçesi yaratma operasyonuydu, bir “mıntıka temizliği” idi.
“12 Mart Dönemi”nde binlerce genç, öğrenci, işçi, sanatçı sorgulandı, yargılandı, çeşitli işkencelere maruz kaldı, cezalandırıldı. 1961 Anayasası ile gelen özgürlükler ortamına, sanat ve kültür etkinliklerine, dernek ve sendika gibi demokratik kitle örgütlerine ciddi müdahaleler yapıldı. Ancak bu müdahaleler; ülkemizdeki demokratikleşme mücadelesini, hak ve özgürlükler doğrultusundaki toplumsal ve siyasal gelişmeleri engelleyemedi, süreç devam etti.
12 Eylül 1980’de yapılan “askeri darbe” ise daha kapsamlıydı, daha radikaldi; 12 Mart 1971’de başlayan mıntıka temizliğini tamamlamayı amaçlıyordu ve başarılı da oldu. “12 Eylül Dönemi”nin; Türkiye’de Cumhuriyet’in kazanımlarına, aydınlanma ve modernleşme sürecine verdiği zararlar bir başka yazının konusu olacaktır. Burada şu kadarını söylemekle yetineceğim: 12 Eylül 1980’den bugüne dek geçen süreçte; modern Türkiye’nin kuruluş felsefesinden ve dayandığı temel ilkelerden ciddi şekilde uzaklaşıldı. Ekonomi alanında “devletçilik” yok edildi, laiklik ilkesi zedelendi. Devletimizin; insan haklarına dayanan sosyal, demokratik hukuk devleti olma özelliği adeta anayasada yazılı birer ilke olarak (kağıt üzerinde) kaldı.
Şu günlerde ülkemizde “tek adamlık” tartışması yapılıyor ve 16 Nisan 2017’de yapılan referandum ile kabul edilen “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin, Türkiye’yi “tek adam” yönetimine götürmekte olduğu söyleniyor. 12 Mart 1971 Muhtırası ve 12 Eylül 1980 Darbesi ile yapılan mıntıka temizliği olmasaydı; iki yüz yıldır aydınlanma ve modernleşme mücadelesi sürdüren ve yaklaşık yüz elli yıllık parlamentarizm deneyimi olan bu toplumda “tek adamlık” tartışması olabilir miydi? Bu soru şöyle de sorulabilir: Toplumsal, ekonomik ve siyasal gelişmelere, demokratikleşme sürecine çeşitli müdahaleler yapılmasaydı; bu toplum tek adamlığa böyle kolayca teslim olabilir miydi ya da tek adamlık bu toplumu teslim alabilir miydi?
Ama yine de Türkiye tek adamlığa teslim olmadı, zaten tek adamlık da Türkiye’yi teslim alamadı. Galiba şu günlerde yaşadığımız “sancı”, işte bu sancı: Süreç devam ediyor çünkü
Selamlarımla.
Mustafa HAYIRLI