(3 MAYIS-8 MAYIS 2018 TÜRK DÜNYASI KADIN KURULTAYI) DAVET VE YOL HAZIRLIĞI
Orta Asya Halkları Medeniyet VakfınınBaşkanı Profesör Ahmet Dağduran Bey tarafından Kazakistan’daki Kadın Kurultayına Türk kadınları adına bildiri sunmak üzere davet edilmiştim. 37 ülkenin kadınlarının katılacağı 1.Türk Kadınları Kurultayında ülkemi, Türkiye kadınını temsil edecek olmanın gururunu Ata Yurdumda yaşamak muhteşem bir duygu olmalıydı.
Kazakistan üzerine ne kadar video varsa internetten bularak tek tek seyrettim. Kazakların en önemli milli yemeklerinden biri “Beşparmak” yemeğiymiş. Her konuğa ikram edilen bu yemeği yememek ev sahibine hakaret sayılırmış. At etinden yapılan bu yemek oldukça zahmetli ve lezizmiş.At eti konusu kafamı kurcalamaya başladı.Sonunda ev sahibini kırmamak adına küçük bir parça ile tatma kararı aldım. “Hatır için çiğ tavuk yenir.” demişler.
3 MAYIS 2018 VE YOLCULUK BAŞLIYOR!
3 Mayıs 15.20’de idi İstanbul Sabiha Gökçen aktarmalı Kazakistan uçağımız.Ben de “13.20’de çıkmalıyız.Malum valiz işlemleri ve check-in yapmak zaman alır.” derken en son kafam daldı ve uçak 13.20’de demeye başladım.Saat 11.30’da evden çıkınca öğle yemeği de yemedik tabii… Bir de uçak tehirli değil miymiş? Yandı gülüm keten helva! Oturmakla geçmiyor zaman.En azından yurt dışına çıkış harcını yatırıp harç pullarımızı buradan aldım.İstanbul’da çok sıkıntı oluyor. Kuyruk çok orada…
Sabiha Gökçen’e indiğimizde açlıktan gözlerimiz kararmıştı.Havaalanında ivedilikle bir dönerci bularak karnımızı doyurduk. O esnada sevgili arkadaşım Behiye aradı, onumla lokantada buluştuk. Sohbete başladık.Uçağımız 20.35’teydi.Biraz oyalandıktan sonra havaalanındaki koltuklarda sabırsızlıkla uçak saatini bekledik.Uçak yolculuğumuz çok uzundu ve çok yorucuydu.Koltuklar rahat değildi ve dardı.Yandaki yolcuyla diz dize gelmemek için azami gayret gerekiyordu.
4 MAYIS 2018 KAZAKİSTAN’A VARIŞ VE GÖRKEMLİ KARŞILANMA
Kazakistan saatiyle 04.20’de Almaata’ya vardık.Çok görkemli ve sıcak karşılandık.Sabahın çok erken saatlerinde oraya varmamıza rağmen vakfın üyeleri bizi çiçeklerle ve neşe içinde karşıladılar. Kalabalık ve bir o kadar da sıcak bir karşılamaydı bu… Her biri diğerinden daha güzel, daha şık hanımefendiler ve onların arkasında dağ gibi duran Orta Asya Halkları Medeniyet Vakfı Genel Başkanı Tarih Profesörü Ahmet Dağduran… Mütevazı tavırları, güler yüzlü ve neşeli halleriyle konuklarına misafirperverliğin en güzelini gösteriyordu. Bu sıcak karşılamada Dariga Junus Hanımefendiyle Gül’le, Gülnare’yle, Leyla’yla, Gülsüm’le kucaklaşırken sanki yıllar önce atalarım Orta Asya’dan Anadolu’ya göç ederken orada kalan büyük büyük büyük amcalarımın çocuklarıydılar. Kuzenlerimle asırlar sonra ata topraklarında kucaklaşıyormuşum gibi bir hisse kapıldım.
Valizlerimizi bile taşımamıza izin vermediler.Otomobillere bindirdiler, Almaty otelin yolunu tuttuk.Valizlerimiz odalarımıza taşındı.Herkese ayrı odalar verilmişti.Odalarımızda dinlenmemizi saat dokuzda kahvaltıda buluşacağımızı söylediler.Oteldeki açık büfe kahvaltı Türkiye’deki gibiydi. Kahvaltımız bitince saat 15.00’e kadar dinlenebileceğimiz söylendi.
ORTA ASYA HALKLARI MEDENİYET VAKFININ ÖĞLE YEMEĞİ VE ÇAY DAVETİ
Saat 15’te çaya davetliydik. Orta Asya Halkları Medeniyet Vakfının Başkanı ve vakıf üyeleri zarif hanımefendiler bizi çaya davet etmişlerdi.Bu kez bu etkinlik için özel olarak ayarlanmış minibüsle gittik.Yolculuk esnasında sevgili Leyla Tekin bize geçtiğimiz yerler hakkında bilgi veriyordu.Burada sokaklarda ne kavga, ne yüksek sesle bağırıp çağırma ne de korna sesi duyduk.“Bu nasıl memleket?Biz burada yaşayamayız. Sessiz sakin bir ülke… Aksiyon yok.” diye takıldık Kazak ev sahiplerimize… Gülüştük.Bize rehberlik yapan sevgili Leyla Tekin, Türkçe, Kazakça, Rusça ve İngilizce’yi anadili düzeyinde konuşuyor. Türkçeyi nasıl bu kadar iyi konuştuğunu merak ettim. Türk vatandaşı bir mühendisle evliymiş.Türkiye’de yaşamışlar.Sonra eşi hastalanmış, tedavilerden sonuç alamamışlar ve maalesef ölmüş.Bu konudan söz etmek ona çok acı verdiği için fazlasını sormadık.Anlattıklarıyla yetindik.Çocuklarının ve torununun olduğunu laf arasında söyledi. Öyle genç ve güzeldi ki inanmak zordu gerçekten… Yolda Kazak kızlarını gördük.Otostop yapıyorlardı.Taksi çok pahalı olduğu için otostopu tercih ediyorlarmış.Sözle veya dokunarak sarkıntılık, taciz olayları asla görülmüyormuş.Otostop yapanlar da özel arabanın sahibiyle anlaşarak belli bir miktar para ödüyorlarmış.Türkiye’deki gibi bedava yolculuk şeklinde olmuyormuş.Anlatılanları hayranlıkla dinliyorduk. O sırada sokaklarda başıboş gezen tek bir sokak hayvanına rastlamadığımızı fark ettim. Meğer devlet sahipsiz hayvanlara sahip çıkıyormuş.Aç- susuz kalan bir tek kedi ve köpek dahi yokmuş.Barınaklarda sahipsiz hayvanları doyuruyorlarmış, bütün hayvanlar veteriner hizmeti alıyorlarmış, kısaca orada her türlü bakımları yapılıyormuş.
Vakıf binasına geldiğimizde minibüsteki sohbetin tadı damağımda kalmıştı. Bina dıştan bakınca oldukça sade ve sağlam görünüyordu. Binaya pastanenin içinden geçilerek girilmesi bana farklı geldi. Kalabalık bir grup halinde girmemize rağmen kimse bize aldırmadı.Burada insanları tepeden tırnağa süzenler ve gözleriyle takip edenler de yok.Ayrıca isteyen istediği gibi giyinebiliyor. Kimse kimseye karışmıyor. Binada Orta Asya Halkları Medeniyet Vakıf Merkezi dışında başka iş yerleri de bulunuyordu. Hastane asansörü gibi 10-15 kişilik asansöre bindik.Sanırım üçüncü veya dördüncü kattaydı vakfın merkezi… Salonu öyle güzel süslemişlerdi ki hayran oldum. Duvarın birinde Türk dünyası devletlerine ait bayraklar vardı. Türk bayrağı ile Kazakistan bayrağı yan yanaydı.Nasıl mutlu oldum, nasıl gururlandım anlatamam. Kelimeler yetersiz kalır. T biçiminde bir ziyafet sofrası hazırlanmıştı. Zekeriya sofrası gibi ne ararsanız vardı masada… O kadar çeşit içinde insan ne yiyeceğini şaşırıyor. Bir de salatayla pilav ikramı oldu. Kazakistan pilavı da Türkistan pilavı gibi lezzetliydi. Hanımefendilerin elleri dert görmesin. Pastalar, börekler, tatlılar, değişik bir sunumla kâselerde içilen çaylar müthişti. Kazakistan’da yemeğin yanında içecek olarak çayı tercih ediyorlar. Çay büyük porselen demliklerden kâselere dökülüyor. Bardaktan değil, kâseden içiliyor. Orta Asya Halkları Medeniyet Vakfının Genel Merkezine kitaplarımdan armağan ettim.Genel Başkan Sayın Profesör Doktor Ahmet Dağduran Beyefendi özellikle masal kitabım “Kurnaz Gezgin”in Kazakçaya çevrilmesini düşündü.Hayırlısı olsun diyelim.
Hanımlar, yazar ve şair olduğumu öğrenince “Senin yerin burası!” diye başköşeye beni oturttular. İzzetin, ikramın da dostlukları gibi sonu yoktu. Güler yüzle yaptıkları candan bir hizmetti bu! Bizler sofranın tadını çıkarmaya çalışırken hanımefendiler sırayla kendilerini tanıttılar. Kimi gazeteci, kimi profesör, kimi yazar, kimi doctor, kimi iş kadını olmak üzere hepsi çalışan üreten ve çok eğitimli bireyler idiler. Farklı üniversitelerde farklı dallarda profesör olan hanımlara dikkat ettim.Tepeden bakma, kasılma, havalara girme yoktu. Kocalarının etiketleriyle övünen eğitimsiz kadınlar aklıma geldi o an. Hatta pek övündüğü kocasının mesleğini bile telaffuz edemeyen “ mendiz” diyen ilkokul mezunu kasıntı bir hanım usumun duvarlarına çarptı. Kazak kadınları eşlerinin değil, kendi etiketlerini bir kenara koyup önce insan olmayı becerebilmişler. Güler yüzlü ve neşeli bu hanımefendiler, her koşulda eğlenmeyi pekâlâ becerebiliyorlar. Çok da misafirperverler. Biz de misafirperveriz ama onlardaki misafirperverlik bizimkinden on kat daha fazla… Teşekkür yetmiyor, bildiğim sözler yetmiyor. Yetersiz kalan bir sözcük ama yine de içimden “Bravo!” diyorum onlara…
Vakıftaki hanımefendilerle öyle kaynaştık ki anlatamam. Gözlerle anlaşmanın en yoğun halini Kazakistan’daki bu vakfın kıymetli hanımefendileri ile yaşadım. İnsan, konuşmadan da yüreğindeki sevgi selini tek damlasını dahi zayi etmeden bir başka yüreğe aktarabiliyormuş. Kan bağı, soy bağı böyle bir şey işte! Ertesi gün büyük etkinlikte görüşmek üzere ayrıldık.
OTELE DÖNÜŞ VE AKŞAM YEMEĞİ HAZIRLIĞI
Almaty Otelde lobide biraz muhabbet ettikten sonra odalarımıza çekildik.Bir iki saatlik dinlenme sonrasında hazırlanarak lobiye indik.Kırgızistan’dan gelecek olan dostları uzun süre bekledik.Baktık ki bir türlü gelemiyorlar “Gecikeceğiz biz gidelim, karanlık olursa manzaranın güzelliğini göremeyiz.Onlar da oraya gelsinler artık!” dedik. Akşam yemeğine Kazakistan’ın en ünlü Çocuk Cerrahisi Mütehassısı Aytzhanov Samat Beyefendi ile dünya tatlısı eşi ressam ve tasarımcı Leyli Aytzhanova Hanımefendinin köydeki yeni evlerinde misafir olmak üzere minibüsümüze bindik. Yol boyunca öyle güzel yerler gördük ki çok etkilendim. Olimpiyatların ve kış oyunlarının yapıldığı çok büyük spor alanları vardı. Bir de özgürlük anıtı bulunuyordu. Bunun hikâyesini Dariga Junus Hanımefendi anlattı. Kazakistan yollarında birkaç tane göstermelik ağaç yok, orman var adeta… Orada gözlerim yeşile doydu. Ne kadar hasretmişim ormana, ağaca… Ağaç sevgileri gözlerimi yaşarttı. Ülkemde acımasızca kesilip beton binalar dikilen ağaçlar için daha çok üzüldüm.
Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuk sonrası eve vardık. Bahçe içinde tek katlı muhteşem bir yapı… Bahçe kapısından binanın girişine yöneldiğimizde bütün ev halkı ellerinde çikolata dolu şekerlikler ile kapı önünde bizi bekliyorlardı. Başımızdan aşağı renk renk şekerler, çikolatalar döktüler.” Bekârlar alsın.” diye sesleniyordu Profesör Ahmet Dağduran Beyefendi… Ben de “Kızıma seslendim: “Sena kızım, çikolata ve şeker al.” Belki almaz diye her ihtimale karşı onun için iki çikolata aldım.
Ev sahipleri bizi salona aldılar. Masa bir uçtan bir uca donatılmıştı.Öyle görkemli öyle sımsıcak öyle özenli hazırlanmışlardı ki çok etkilendim. Bir yandan mutluluk duyarken diğer yandan ev sahiplerine verdiğimiz yorgunluk yüzünden üzüldüm. Hani “Bir tek kuş sütü eksikti.” derler ya, sanırım Leyli Aytzhanova Hanımın hazırladığı sofranın ikizi için söylenmiş olmalı.Masada başköşe Ahmet Dağduran Bey’e ait olmak üzere hepimiz masadaki yerlerimizi aldık.Kırgızistan’dan gelecek olan dostlarımızı bekledik.
Artık öğrenmiştim. Buranın özelliği yemeğin yanında çay servisi yapılması ve bizdeki gibi ince belli bardaklarda değil, kâselerde servis edilmesi idi. Ayrıca çayı küp şeker veya toz şeker ile tatlandırmıyorlar. Çayın yanında kâğıtlı bayram şekeri ve çikolatalar ikram ediyorlar. (Azerbaycan’da da aynı) Bizim Doğu’nun kıtlaması bir nevi… Bir yudum çay bir çikolata… Sadece çay değil, bizleri düşünerek farklı içecekler de hazırlanmıştı. Kola gibi çeşitli asitli içeceklerden başka meyve suları da vardı. En çok merak ettiğim burada misafirlere özel ikram olarak yapılan “Beşparmak” adlı yemekti. Beşparmak tam önümde bütün nefasetiyle bana göz süzmekteydi. Bu yemeğin at etiyle yapıldığını öğrenmiştim ama Dariga Hanım sabah bizlere sorduğunda dana etini tercih edeceğimizi söylemiştik. Leyli Hanım da bizler için dana etiyle hazırlamıştı. Çeşit çok olunca ancak birkaç çatal yiyebilmiştim. Kemikli dana etiyle hazırlanmış “kavurdak” denilen çok lezzetli bir yemek daha vardı sofrada… Beşparmak yemeğinin gölgesinde kalmayı hak etmeyen lezzette müthiş bir yemekti. At eti sadece bir çeşit salamda kullanılmıştı. Diğerleri bizim için dana ve koyun etleri kullanılarak yapılmıştı.
Sofrada “ırımşık” adlı bir cins peynir de vardı.Bu peynirin bir tatlısı, bir de tuzlusu vardı. Tatlısı ballıydı. Ayrıca hamur işleri de çok lezzetliydi.Samsa adını verdikleri kubbe biçimindeki poğaçaya benzeyen böreğin içi etliydi. Biloş dedikleri ise yuvarlaktı ve ortası etliydi. Bağursak dedikleri ise bizim kayganamıza benzeyen içi boş börekti. Ben buna bayıldım. Pattison adını verdikleri enginara benzeyen bir sebzenin turşusu vardı sofrada. Onun dolması da yapılıyormuş. Görünümü enginara benziyor ancak tadı kabağı andırıyor.Alışık olmadığım bir tattı ama denedim. Sofrada tavuk kızartması, pilav, turşu, salata gibi bildik nimetler de vardı. Irımşık, beşparmak, bağursak, samsa, pattison gibi o güne kadar tatmadığım yiyecekler de… Meyveleri aynıydı. Türkiye’de ne varsa orada da aynısı… Kazakistan’ın elması pek meşhurmuş. Onu da belirtmeden geçemeyeceğim.
Leyli Aytzhanova hanımın elleri dert görmesin. Onun elleri öyle hünerli ki sadece yemek ve iş yapmıyor; o, bir sanatçı. Çok güzel resimler yapıyor. O bir stilist, modeller ve Türkiye’deki cam eşya üreten bir firmaya desenler çiziyor. Eşi Çocuk Cerrahisi Mütehassısı Aytzhanov Samat Beyefendi ise Kazakistan’ın en ünlü ve en iyi doktorlarındandı. Son derece mütevazı bir insandı. Kibir, buradaki insanlara hiç uğramamıştı.
Kırgızistan diplomatları ile gelen Julya boylu poslu sarışın bir Rus kadınıydı ama söylediğine göre Türk kanı taşıyormuş, atalarından biri Türk’müş. Azerbaycanlı Türk televizyoncu Mihriban da Julya gibi genç, güzel üstelik çok sıcakkanlıydı. Kazakistanlı Nagiya ile ilk andan kaynaştık.Birbirimizi her gördüğümüzde onunla kucaklaşıyorduk.Davetlilerin bir kısmıyla o anda tanıştık, bir kısmı da vakıftaki etkinlikte tanıştıklarımızdı.Yemekte herkes kendini tekrardan kısaca tanıttı.
Bu enfes ziyafet sofrasında her şey ince ince düşünülmüştü. Bir söz vardır: “Mükemmellik ayrıntıda gizlidir.” diye… Sunum göze, lezzet damağa dile hitap ederken kulağa hitap eden müzik de unutulmamıştı. Ev sahibinin yakını olan bir beyefendi kopuz çalarak bizlere doyumsuz bir müzik ziyafeti çekti. Ayrıca minik kız torun Inkar öyle güzel bir şarkı söyledi ki hayran oldum. Sesi su sesinden daha güzel, daha akıcı, daha duru… O, şarkı söylerken şarkının sözlerini anlamasam da adeta cennette bir gezintiye çıkmış gibiydim. Hayalimde yemyeşil bayırlarda dolaştım, ormanda ceylanlarla koştum, kırlarda kucaklar dolusu çiçek topladım. Bir dere kıyısındaki taşa oturdum. Inkar adlı bir küçük meleğin büyülü sesiyle söylediği şarkısını dinledim.
Adının anlamını sordum.Inkar’ın Türkçe karşılığı “Emel” imiş. Ne hoş bir tesadüf canım annemin adı… Ona “Aşkı Heceledim” adlı vatan, millet, bayrak, Allah aşkını içeren şiirlerle dolu kitabımı armağan ettim. Bu güzel insanlardan ayrılmak zordu ama artık otele dönme vaktimiz gelmişti. Dönüşte geldiğimiz ağaçlı yol kapkaranlıktı. Muhteşem gecenin sonunda otele döndüğümüzde oldukça mutlu ama bir o kadar da yorgunduk.
5 MAYIS 2018 KAZAKİSTAN’DAKİ İKİNCİ GÜNÜMÜZ
Ertesi sabah otelde kahvaltı yaptık. Odalarımıza çıkıp hazırlandık. 37 ülkeden birbirinden güzel ve birbirinden şık hanımefendiler gelmeye başlamışlardı bile… Onlarla öyle kaynaştık ki sanki Ata vatanımız Kazakistan anavatanımız gibiydi. Sanki kuzenler toplanmıştık. “Kan çeker.” derler ya işte o sıcaklığı doya doya yaşadık Kazakistan’da…
“Türk Dünyasında Kadının Yeri ve Önemi” konulu etkinlik ve dünyadaki ilk Türk kadın kurultayına katılmak için salondaki yerlerimizi aldık.Bizleri en öne aldılar. Türkiye’den gelen konuklara aşırı ihtimam gösteriliyordu. Ülkemin büyüklüğünü, başka devletlere ve milletlere öncü olduğunu, Türkiye’min gücünü ta Orta Asya’da hissetmek bana çok gurur verdi. Bu güzel ve müstesna etkinliğin sunuculuk görevi Profesör Roza Hanımefendiye verilmişti. Onu, Profesör Alima Hanımefendiyi, Dariga Hanımefendiyi, Gülnara Hanımefendiyi, Tаmara Hanımefendiyi, Ajar Hanımefendiyi ,Guljahan Hanımefendiyi, Nasiha Hanımefendiyi, Hatun Hanımefendiyi, Kopuz Öğretmeni Profesör Kamaş Hanımefendiyi ve şapkalı güzel gazeteci Hanımefendiyi hepsini çok sevmiştim. Kazakça, Rusça ve Avrupa dillerini biliyorlardı ama ne yazık ki Türkçe konuşamıyorlardı. Gerçi biz bu güzel hanımefendilerle konuşmadan da gözlerimizle, yüreklerimizle anlaşabiliyorduk.
Etkinlik Profesör Roza Hanımın Rusça sunumuyla açıldı. Önce Ahmet Dağduran Bey konuştu. Sıra bana geldiğinde Adana’da bu etkinlik için özel olarak hazırladığım “Türk Kadını Olmak Ayrıcalıktır” başlıklı konuşmamı sundum. Tercümanımız Nurgali Beyefendi dile hakimiyeti ile gerçekten mükemmeldi. Konuşmamı hem Rusçaya hem Kazakçaya çeviriyordu. Çok alkışlandım.Sarılanlar, tebrik edenler, birlikte fotoğraf çektirmek isteyenler oldukça fazlaydı.Uygur Türkleri bana Uygur başlığı armağan ettiler. Ben de onlara kitaplarımdan armağan ettim. Arkadaşım Nurala Göktürk’e selamlar yolladılar.
Öğlen yemeğini topluca otelde yedik. Almaty Otelin aşçıbaşı Türk olduğu için muhteşem Türk yemekleri hazırlamıştı. Yemekten sonra sadece bize özel olarak Ahıskalı olan Gül Hanımın hazırladığı şahane mini bir defile sundular. Defile sonrası fotoğraflar çektirdik. Otel bahçesinde çaylarımızı, kahvelerimizi yudumladık. Etkinliğin ikinci oturumuna katılmak için salondaki yerlerimizi aldık.Türk kadınları gerçekten çok zeki, çok güçlü, çok güzel, çok neşeli ve sevgi yüklüydüler. Onlara bir kez daha hayran oldum.Hepsinin meslekleri vardı. Gazeteciler, öğretim üyeleri, doktorlar, mühendisler, yazarlar, araştırma görevlileri, belediye başkanları, elçilik mensupları, profesörler, öğretmenler, turizmciler…
Etkinlik bittiğinde bir sure dostlarla bahçede oturduk. Çay, kahve eşliğinde Leyla Tekin Hanımefendi, Aygül Hanımefendi, Leyli Hanımefendi, Hatuna Hanımefendi ve adını hatırlayamadığım güzel bayanlarla tatlı tatlı sohbet sohbet ettik. Sonra odalarımıza çekildik.Belirlenen saatte aşağıda olmamız gerekiyordu.Akşam yemeği otelin farklı bir salonunda olacaktı.Yemek için farklı bir kıyafet giyerek aşağıya indim.Yuvarlak masalardan birinde yerimi aldım.Dans gösterileri, konserler eşliğinde akşam yemeğimizi yedik. Açık büfe olarak hazırlanan bol çeşitli ve çok lezzetli yemekler yine Türkiyeli aşçımızın marifetiydi.
Yemek bitiminde ödül töreni başladı.Türkiye’den katılanlar başta olmak üzere bizlere çerçeveletilerek camlattırılmış dostluk ödülü ve Kazakistanlıların milli giysilerinden birer yelek ve birer şal armağan ettiler.Çok mutlu olduk.Kızım Sena da çok sevindi.Yeleğini hâlâ severek giyiyor.Profesör Alima Hanım bayanlara rengârenk kumaşlardan yapılan el emeği göz nuru Amerikan servis hediye etti.Kazakistan’ın önemli isimlerinden Nagiya Hanım da kitabını armağan etti.Oldukça kalın bir kitap. Bir sözlük, araştırma kitabı…
Gecenin ilerleyen saatlerinde Ahıskalı Gül Hanım ve Zafira Hanım dev bir tepsi içinde bin bir çeşit meyve ve kutu kutu çikolatalar ile geldi. Sohbetler meyveler ve çikolatalarla tatlandı. Türkiye’ye dönmek mecburiyetinde olan Behiye Hanımla gecenin bitimine kadar sohbetimiz kıvamını bulmuştu. Nasıl sakin, nasıl şeker bir insan anlatamam! Yumuşacık, insanın ruhunu dinlendiren şiir gibi bir ses tonu var. Uçak saatleri çok tuhaf… Gecenin üçü, dördü civarında havaalanına gitmek gerekiyor.Behiye Yılmaz Hanımla vedalaştık. Keşke bir gün daha kalabilseydi!
6 MAYIS 2018 ÜÇÜNCÜ GÜN
Sabah erkenden kalktım.Kahvaltımızı otelde yaptık. Bir süre bahçede oturduk. Sohbet ettik. Sonra Leyla Tekin Hanımefendi ve Gülsüm Hanımefendi iki ayrı ile araba bizleri çarşıya götürdüler. Çarşıda Türkiye’de olmayan bir şey yoktu. Hatta satılan ürünlerin çoğu Türk malıydı. Almanya’dan getirdiğim bebeklerin benzerleri, üzerinde Londra, Paris yazan kupalar ve genellikle Paşabahçe ürünleri… O esnada yaşlı, zayıf ve yoksul bir adamın elinde tutarak gelip geçenlere gösterip satmaya çalıştığı şalı fark ettim. Keçi yününden göz nuru ile elde işlenmiş incecik bir şaldı bu! Satıcının beli bükülmüştü. Gözünün feri bile sönükleşmişti. Elindeki eski püskü küçük çantada dört veya beş tane şal vardı. Adam ısrarla peşimizden gelince biraz da destek olmak amacıyla iki şal aldık. Magnet ve minyatür çadırlar dışında Kazakistan’a özgü içime sinen bir şey yoktu. Çok yoruldum. Çarşının önünde yeşillik satan bir bayanın verdiği iskemleye oturdum. O sırada yağmur başladı. Biraz ıslandık. Ekibi toplayıp otele döndük.
Öğle yemeğini otelin restoranında yedik.Odalarımıza çıkıp kıyafetlerimizi değiştirdik.Tanrı dağlarına teleferikle çıkacaktık. Kazakistan’a gelene kadar atlastan parmağımla dokunabildiğim, Almaty’de kızımın otel odasından uzaktan seyredebildiğim Tanrı dağlarına teleferikle çıkmak düşüncesi beni çok heyecanlandırdı. Leyla Tekin Hanımefendinin “Hadi minibüsler geldi, Tanrı Dağlarına çıkacağız ve orada çay içeceğiz.” demesiyle minibüslere bindik. Dariga Junus Hanım yolda gördüğümüz her yer hakkında bize bilgiler verdi.
Her taraf yemyeşildi.Yol boyunca ağaçlar çiçek açmıştı. Çiçeklenmiş ağaçların adını merak edip sordum. Elma ağacıymış. Yıkılan ağaçları gösterirken üzüntüsü sesine ve güzel yüzüne yansımıştı. Birkaç yıl önce öyle büyük fırtına olmuş ki koskoca ağaçlar köklerinden sökülmüş. Ağaçlandırma çalışmaları sürse de heba olan asırlık ağaçları için ağlamaklılar.
Dariga Hanım, kış olimpiyatlarının yapıldığı yerleri gösterdi. Kış Olimpiyatlarının yapıldığı yerin adı “Cimbulak” imiş. Yine spor etkinliklerinin yapıldığı bir meydana geldik.Buranın adı “Madeo” idi.
Kazakistan’da “Kartal” ve “Pars” çok önemli bir figürdür; çünkü kartal özgürlük simgesidir.. Yoldaki mermer kemerlerde kartal ve pars heykelleri vardı. Medeo’da Çinli turistler kartalla fotoğraf çektiriyorlardı. Önce tereddüt ettim ama sonra ben de kartalla fotoğraf çektirdim.Burada gezindikten sonra teleferiğe bindik.İnsan, teleferiğe bindiğinde önce ister istemez biraz ürküyor.Çok yükseklerdeyiz, minik camlı bir kutunun içinde altı kişiyiz.Bol bol dua ederek yaptığımız bu yolculuk dağın eteği sayılacak bir yerde son buldu. O kadar heybetli, o kadar yüksek ki teleferikle geldiğimiz yer neredeyse etekleri sayılır.
Tanrı Dağlarının belli bir yerinde telefeğin son durağında indik. Kar yağmıştı. Doğa, gelinlik giymiş gibi bembeyazdı. Orada bir çay bahçesi vardı. İçeride de oturmak mümkündü elbette… Antika eşyalarla postlarla geyik başlarıyla süslenmiş, loş fakat romantik, güzel bir ortam hazırlamışlardı. Dağ havasını ciğerlerimize çekmek için biz dışarıda oturmayı tercih ettik.Sıcak içeceklerden ve tatlı bir sohbetten sonra teleferikle geri döndük. Dönüşte o kadar korkmadık. Tanrı Dağları ki hep düşlerimi süslemişti Kazakistan yolculuğu öncesi… Heybetiyle insanda saygı uyandıran bir dağ… Saygı mı demeyin, gerçekten nice anıları saklayan, nice yiğitlere arka olan, atların ordu gibi koşarak düze indikleri muhteşem dağ! O atlar ki hayallerimi süslerler, o atlar ki engel tanımadan koşarlar. Karlar gibi bembeyaz, kar beyaz yeleli zarif atlar… Çok severim atları… Anneciğim de çok severdi. Köklerinde sipahilik var tabii… Rahmetli annemin atalarından biri sipahilerin başıymış. At sevgisi, annemden bana geçmiş olmalı sanırım. Atlar, kuşlar, balıklar, kediler ve köpekler bambaşkadır; çok zarif bulurum bu hayvanları… Nedense Tanrı Dağlarını, kartalı ve atları bir arada düşünmekteyim. Kartallar o dağlardan süzülerek iner, atlarsa dörtnala koşarak düşlerime sızarlar.
Dönüşte bizleri dağa kadar getiren ve aşağıda bekleyen iki minibüse yerleştik. Tanrı Dağlarının eteklerinde kurulmuş konaklama yeri olan çadırlara gittik. Biz minibüsteyken yağmur atıştırmaya başlamıştı. Minibüsten inerken şemsiye getirmediğime pişman oldum. Son derece bakımlı yemyeşil bir bahçeye girdik. Yol gayet düzgündü. Kiremit kırmızısı taşlarla döşenmişti. Karşıda mutfak sandığım taş bir bina, solda lavabolar vardı. Sağda ise çok büyük çadırlar görünmüyordu. Biz sondaki kırmızı çadıra girdik. Çadırın içi kocamandı. Çadırın iç kEnarları boyunca oturulacak yerler yapılmıştı. Duvarlar renk renk kilimlerle ve halılarla süslenmişti. Oturulacak yerler de el dokuması ve Türk motifleri işlenmiş halılar ve yastıklarla donatılmıştı. Hava çok soğuktu. Bu nedenle çadırın tahta duvarlarına elektrikli sobalar monte edilmişti. Hepimiz yanan bu sobalarda ellerimizi ısıtmaya başladık. Benim üstümde yün ceket ve kaban vardı. Yetmeyince oradakiler bize kalın şallar ile uzun Kazakistan ceketleri verdiler.
Çadırın tam ortasına T biçiminde yine muhteşem bir sofra hazırlanmıştı. Burada da beşparmak, kavurdak, bağursak gibi yiyeceklerin yanı sıra Kazakistan mantısı ana yemekti. Bizim mantılar gibi küçük değildi. Her mantı bir börek kadardı. İki tanesi doyuruyordu insanı… Oldukça lezzetliydi. Yemeğin yanında içecek olarak kâseler içinde çaylar ikram edildi. Çaylar bayram şekeri ve çikolatayla içildiği için çay kaşığı hiç yoktu. Çay dışında, evde hazırlanmış meyve suları, kola ve benzeri içecekler de vardı. Tanrı Dağlarının eteğinde Tanrı misafirlerine verilen değer Türkler’in yaşadığı her coğrafyada kültürümüzün değişmez öğelerindendi. Misafirliğin tadını doya doya çıkardık. O arada çok güzel bir hanımefendi yanıma geldi. Bu zarif hanımefendinin adı Eştaeva Nagiya idi. Yazar olduğunu öğrendim. Bir dergide de kapak konusu olmuş. Bilimsel konuda yazmış olduğu bir kitabını ve kapak konusu olduğu dergiyi bana armağan etti. Kiril alfabesini okuyamıyorum, Kazakça ve Rusçayı anlamıyorum ama onun güzel gözlerinden geçen sevgi dolu bakış yüreğime kadar ulaştı. Bu, soğuk havada içimi sımsıcak eden bir bakıştı. Sevgili Dariga’cığım tercüme etti.“Yazar olduğunuzu biliyorum.Ben kitabımı kimseye vermedim, vermem de fakat size hediye etmek istiyorum.” demiş. Nasıl mutlu oldum bilemezsiniz!
Kızım Sena, hava almak için dışarı çıkmıştı. İçeri girdiğinde “Bak atkıma beyaz noktaları gördün mü? Onlar kar anne, dışarıda kar yağıyor.” dedi. Şaka yaptığını düşündüm. Zaten atkısı siyahtı ve üzerinde minik beyaz noktacıklar vardı. Deseni öyleydi. Atkısına dikkatle baktığımda az da olsa kar olduğunu gördüm. Dışarı çıktım.Kar yağışı artmıştı. O mevsimde kar… Gerçi bundan 12 yıl once aynı tarihte Karslı Murat Çobanoğlu Âşıklar Bayramında da kar yağmıştı. Ancak o yağan kar yağıp geçmişti, tutmamıştı. Burada ise bir anda yemyeşil ağaçlar bembeyaz olmuştu. Tanrı Dağlarının misafirperverliği de bu şekildeydi herhalde!
Akşam otele döndüğümüzde hâlâ kar yağışını konuşuyorduk. Dariga Hanım “Bu mevsimde pek kar yağmaz, yağsa da bu kadar tutmaz. Bu sizin için olmalı.” dedi. Lobide sohbetimiz devam etti. Çaylar içildi. Gül Hanım bize sürpriz yaptı. Türklerin eğlence yerine gittik. Başımızdan aşağı güller serpildi. Orkestra Türk şarkılarını çalıyordu. İki de solistleri vardı biri bay, biri bayan… Karnımız toktu. Sadece meyve ve çay ikramını kabul ettik. Buranın sahibi Kazakistan’a geldiğinde üzerinde sadece ceketi varmış. Şimdi ise iki eğlence yeri açmış.
O gece de Türk konuklardan beşi yurda döneceklerdi. Gidecekleri saate kadar lobide oturduk, sohbet ettik. Ayrıca Kazakistan ile iş yapan iş adamları grubumuzla kaynaşmışlardı. Hepsini Ahmet Dağduran Bey tanıyordu. Türkiye’den farklı işler farklı amaçlar için gelenlerle kısa sürede arkadaş olmuştuk. Ahıskalı Gül Hanımefendi, kadın- erkek ayırt etmeden bütün konuklara birer kutu çikolata; ayrıca hanımlara da kendi atölyesindeki kızların özellikle Zafira Hanımefendinin diktikleri buluz, elbise, sabahlık türü giysiler armağan etti. Bu sürpriz hepimizi çok sevindirdi. Kızıma bir buluz bana da kahverengi dantelden bir sabahlık hazırlamıştı.
7 MAYIS 2018 KAZAKİSTAN’DAKİ SON TAM GÜNÜMÜZ
Sabah erkenden kalktım. Kızımın odasına uğradım. Birlikte kahvaltıya indik. Ahıskalı Gül Hanımefendi kızıyla geldi. “Bugün sizlerle ben ilgileneceğim.” dedi. Otelden çıkarak gezmeye başladık. Otelin yanındaki “Yeni Yol” orman gibiydi. Ağaçlar arasında çocuk parkları, havuzlar, fıskiyeler o kadar güzeldi ki anlatamam. Cadde buydu, yol buyduişte! Bu yolun benzerini ne Kıbrıs’ta, ne Almanya’da, ne Hollanda da, ne Azerbaycan’da ne de Türkiye’de gördüm. Bu yol Almati’de gördüğüm ama dünyanın en güzel yoluydu. Caddede yayaların geçmesi çok kolaydı.Hızla gelen araba yoktu. Yaya geçiyorsa sabırla bekliyorlardı. Ben burada değil kavgaya, yüksek sesle konuşana bile rastlamadım. Herkes sakin, huzurlu… Dilenci yok, sahipsiz sokak hayvanı yok. Yol boyunca bol bol oturulacak yerler, banklar vardı.Onların bankları da çok değişikti. Arka tarafı oldukça yüksek ve görkemli…
Biraz gezdik. Sonra acıkınca lokanta aradık.“Sen Türk yemekleri dışında yemek sevmiyorsun. Sana göre bir yere gidelim.” dediler. Birkaç yere baktık, içimize sinmedi. Türk yemekleri satan bir dönerciye uğradık. Herkes farklı bir yemek sipariş etti. Kızım Sena döner, Gül’ün kızı hamburger, Gül’ün arkadaşı Zarifa Hanımefendi makarna, Ahıskalı Gül Hanımefendi de Uygur yemeği olan “lağman” söyledi. Lağmanın tadına baktım. Beni cezp etmedi.Ben “şaşlık” denilen bir cins kebap söyledim ama Adana’dakinin kenarından dahi geçmiyordu. Bir şiş et, bir parça kuru soğan ve kuru ekmek. Yanında salatadan vaz geçtim ama birkaç dilim domates bile yoktu. Yemeğin yanında çay ve su söylendi.
Dönüşte farklı bir çarşıya uğradık. Yol boyunca tezgâh açmış kadınlar bir yandan tek veya çift mille iş işliyorlar bir yandan satış yapıyorlardı. El emeği, göz nuru ürünlerdi bunlar… Geze geze otele döndük.
Akşam Ahıskalı Gül Hanımefendi arabayla otele geldi.Bizi akşam yemeği için bir Türk lokantasına götürdü. Rus kızlar garsonluk yapıyorlardı. Çok lezzetli yemekler vardı. İçli köfteden, kebaplara, sarmadan dolmaya, böreklerden kuru fasulye pilava, sulu köfteden karnıyarığa varana kadar muhteşem Türk yemekleri… Gönlümce yemek yedim. Yemeğin yanında da bol bol çay içtik. Otelimize döndük. Dariga Junus Hanımefendiyle Gülnara Hanımefendi de otele gelmişlerdi. Onlarla vedalaştık. Sanki yıllardır tanıdığımız dostlarımızdan, akrabalarımızdan ayrılıyormuşuz gibi duyguluyduk. Uçağımız ertesi sabah 06.20’de kalkıyordu. Bizim iki saat önceden havaalanında olmamız şarttı. Bu gece uykusuz geçecekti. Sevgili Gül Hanımefendi,”Harika Abla siz merak etmeyin. Sizi havaalanına götürme görevi bende. Şimdi uyuyun. Ben gece tekrar otele geleceğim.” dedi. İçim rahat olarak yattım, uyumaya çaliştım ama yine de saat başı uyandım.
8 MAYIS 2018 DÖNÜŞ
Saat dörtte havaalanına gittik.Artık uçağımızı beklemekten ve bu güzel etkinliğin lezzetini yüreğimizde hissetmekten başka bir şey kalmamıştı.“Yine gelin!” İçten daveti kulaklarımda soğuk Kazakistan’ın sıcak insanları yaşadığım sürece yüreğimde yankılanacak hep!
Kazakistan gönlüme taht kurdu. Tekrar gitsem de gitmesem de Kazakistan, unutulmaz anılarımın baş köşesine olacak. Bunda vakıf üyesi hanımefendilerin payı çok büyük elbette… Bu etkinliğin ikincisini seneye Kırgızistan yapmak istiyordu. Belki orada buluşuruz belki de Türkiye’de… Nasip diyelim. Kimbilir belki görkemli asil kartal zaman zaman haber ulaştırır gönlünüzden gönlüme… Kandaşlarım, bir gün bir yerde mutlaka görüşeceğiz. Kazakistan’da tanıdığım herkese Türkiye’den en derin saygılarımı ve sevgilerimi yolluyorum. İyi ki varsınız! Hoşça kal ata yurdum! Hoşça kalın can dostlarım!
HARİKA UFUK
Adana- TÜRKİYE
Haziran 2018