Şehirlerin kimliğini kendisinde yaşayanların biçimi oluşturur. Her kentin kimliğinde, o kentin süreklilik kazanmış ayırt edici özellikleri mevcuttur. Birey, her dönem, içinde bulunduğu zaman ve çevre koşullarından ister istemez etkilenir ve bu koşullar yaşadığı kentte de izler taşır.
Değer yargılarının tükendiği, yozlaştığı ya da yok olduğu bir çağın alnında yaşıyoruz. Bilim ve teknolojinin zirve yaptığı uzay çağı kuşatıyor her yanımızı. Çağın içinde fakat çağların ötesine ışık olacak; zengin birikim, mimari estetik, sanatsal zarafet ulaştırmalıyız. Kendimizi kaybetmeden varoluşumuzu sorgulayarak huzuru yakalamalıyız. Çağın ötesine ellerimizi uzatarak; mimari üslupta, kültürel duruşta, sanatsal dokunuşta farklılıklar vermeliyiz. Çevremizi fark etmeden, algılayamadan ve hissetmeden yaşayıp gidiyoruz. Oysa çevremize biraz bakabilsek, kim bilir neleri değiştirebiliriz. Yaşayabilmeyi ve bakıp görebilmeyi…
Bin yıl boyunca İstanbul büyük mabetleriyle, hem de kendi eşsiz güzelliğinden dolayı birçok milletlerin dikkatini çekmişti. Ona gitmek, onu görmek, onu görmek imtiyazdı. Bu şehri almak isteyen çoktu. Geçit vermez sağlam surları buna mani oldu. Bu şehir o zamanın modern ateşli silahları kullanılarak ve Sultan Mehmet’in Türklerin eline geçmiştir. Osmanlı imparatorluğu fetihten sonrada bu şehri yeniden imar etti, korudu ve geliştirmiştir. Gölgeli dar sokaklarındaki Osmanlı çardakları, ağaçla kaplı mahalleleri, mermer yüzlü çeşmeleri, tabiatın süsüne dayalı bahçeleri, ihtişamın sivrildiği mabet, medrese ve diğer kamu binaları ile İstanbul yüzyıllarca bu şekilde hayat sürmüştü. İstanbul sahip olduğu faklı şehir yapısıyla diğer şehirlere örnek oluşturarak şehir kimliği kazandırmıştı. Eski İstanbul şehrinde planın esası, arazinin topografik yapısına göre belirleniyordu. Gaye ise tabiatı tahrip etmek değil, onu tabiatla bir bütün halinde tamamlamak, şehir ve şehirde yaşayanların doğa ile içi içe yaşayabilmesini sağlamaktı. İstanbul’un evleri ahşaptan ve çatıları aynı eğilimdeydi. Üstelik kiremitlerde aynı cinsler olacak şekilde örtülüyordu. Bütün bunların temel anlayışı estetik görünüm ve kararlılık gösteren standartların korunmasıydı.
Doğu Roma İmparatoru Kostantinos’un Konstantinopolis’i, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u gibi Cumhuriyetin İstanbul’u 1950’den itibaren yeni yeni oluşmaya başlıyordu. Romanın sütunları, Osmanlının minare ve kubbeleri yerine şehre gökdelenler hâkim olmaya başlamıştı. Yeni bir anlayışın ürünü, kibirle yükselen, İstanbul suretini bozan mimari sivrilikler. Geleceğin İstanbul’u elbette geçmişin Kostantinopolis’inden de, Osmanlı döneminin İstanbul’undan da farklı bir şehir olacaktır. Bin yılın getirdiği bu kültürel mirasa sahip çıkarken, bu şehirde yaşayanların beklentilerine cevap verecek, onların daha da yaşanabilir şehirde yaşamalarına olanak sağlayacak, onları mutlu edecek ve ileriye dönük kalıcı atılımlarda şehir dokusuna ulaşmamız gerekir. Çünkü yaşanılan şehir insanla var olur ve değerini bulur. Değerli bildiğimiz her şey, değerini ve zenginliğini insanla kazanır.
Malum olduğu üzere İzmir, İstanbul Türkiye’nin ikinci büyük şehirdir. Osmanlı döneminde İzmir en büyük ihracat limanı, İstanbul ise en büyük ithalat limanına sahipti. Sanayi öncesi bir toplumda yaşıyorduk. Bundan dolayı tarıma dayalı üretimde en başta gelen ihraç malları; incir, üzüm, fındık, pamuk ve tütündü. İncirin ve üzümün ortasında yer alan İzmir, en büyük ihracat limanı olarak yer bulmuştu. İstanbul ise yüzyıllardır eksik olmayan yoğun nüfusuyla tüketim merkezi konumunu sürdürüyordu. Yalnız yurt dışında değil, Türkiye’de üretilen her türlü mallarda İstanbul’a akıyordu. Ama başlangıçta çok fazla belirgin olmasa da İstanbul her yerden mıknatıs gibi çektiklerine karşılık, bir şeylerde göndermeye başlamıştı. Çünkü sanayileşme çarkı dönmeye başlamıştı.
Sermaye, sermayenin yoğun olarak bulunduğu yere gelir. İş kuracaksanız, ham maddenin en kolay getirileceği, ürettiğiniz mamul maddelerinin en rahat şekilde sevk edileceği, her an elinizin altında çalıştırabileceğiniz insan emeği deposunun bulunduğu yerler tercih edilir. Bütün bu koşulların en uygun biçimde bir araya geldiği yerde: İstanbul’du. Bu devi doyurmak için kurulmuş mekanizmalar çok yönlü çalışmaya başlamıştı. Fakat bu gelişmelerin oldukça plansız ve kendiliğinden yayıldığını arşivler söylemektedir. Osmanlı döneminin İstanbul’unda sanayileşme çabalarının temelinin atıldığı altın boynuz Haliç’i, uzun yıllar doğrultulmayacak ve güzelliğinin yok olmasına sebep olan yıkıma sürükledi. Deri sanayinin gelişmeye başladığı Zeytinburnu- Kazlıçeşme taraflarında 1949’dan itibaren gecekondular türemeye başlamıştı.
Plansız bir göçe göz yumulması, göçenlerinde kendi konutlarının kendilerinin yapmasının bir politika haline gelmesi, hesapsız nüfus artışı ve programsız yapılaşma sorunların daha da büyümesine kapı aralamıştı. Son yıllarda göçün hızında ve yoğunda azalma görülmektedir. Diğer yandan belediye hizmetlerinde ciddi gelişme il ve ilçe yönetiminde iyileşme bulunmaktadır. Altyapı hizmetleri tamamlandı, sosyal, kültürel ve sanatsal faaliyetler hızlanmıştır. Olumlu gelişmeleri bir araya getirdiğimizde İstanbul’un denetlenebilir ve şehirlerin öncüsü bir kent olma rayına oturmuştur. Bir zaman öncesine kadar kentin büyümesine yetişemiyor, ancak en temel ihtiyaçlara çözümler bulunulmasına çalışılıyordu. Şimdi ise geleceğe daha seri kanlı bakabilecek, kent için çeşitli gelişmeler düşünebilecek ve planları yürürlüğe koyabilecek duruma gelinmiştir.