Adana Adliyesi yine kalabalık günlerinden birine uyanıyordu. Daha sabahın erken saatlerinden itibaren taş bina ısınmış sımsıcak olmuştu. Çukurova için ağustos sonunda bu sıcak normal sayılırdı. Adliye her gün insanlarla dolar taşarken yepyeni yüzler bile tanıdık gelir insana. O gün de zincir gibi kıvrılıp bükülen kuyruk, sütunları dolaşıyor; yola kadar taşıyordu.
Sade giyimli, aynı aileden oldukları anlaşılan insanlara, kollarında cüppeleriyle genç avukatlar hararetli hararetli bir şeyler anlatıyorlardı. Yüzlerinde belirsiz bir durgunlukla herkes ciddiydi. Sıraya yeni girmiş bir kaç gencin neşeli halleri dikkatten kaçmıyor, kalabalıkla tezat oluşturuyordu. Belli ki işe girmek için son derece önemli bir evrak olan ‘’sabıka kaydı ‘’ alma derdindeydiler. Bu, öyle sıradan bir evrak değildi. Hoş adına “sabıkasızlık kaydı” denilse sanki daha doğru olacaktı. Bu evrakın verilmediği kişi hiçbir devlet dairesinde çalışamazdı.
Sıranın sonu, taş binanın gölgesine doğru kaymıştı. İnsanlar bu sıcakta birbirlerine sokulmaktan rahatsız olmuyorlardı. Aynı amacı taşımak, insanları birbirine yaklaştırıyordu belki de… Hatta adliyeye arkadaşlarıyla gelen gençler, bu durumdan yararlanıp çeşitli şakalar yapmayı bile ihmal etmiyorlar, etraftakileri güldürmeye çalışıyorlardı. Ağustos sonu sıcağının enselerde boza pişirmesi bile grubun neşesini bozamıyor, etraflarında gittikçe artan seyirciler oluşturuyordu. Yeterince dikkat çektiklerinden emin olunca da şakanın dozunu arttırıyorlar, hatta bazen tadını da kaçırıyorlardı. Yapılan bu küçük yarenlikler insanların usancını hafifletiyordu belli ki… Soğuk su satıcıları ve simitçiler kalabalığı görünce hemen o tarafa yöneliyorlardı.
Küçücük masalarında emekli zabıt kâtiplerinin daktilo tıkırtıları, otomobil gürültüleri arasında kayboluyordu. Su satan çocukların çığırtısı da, çok sesli klasik koroların ağır melodilerini andırıyordu. Gözüne giren dumanına rağmen ağzındaki sigarayla daktilonun tuşlarına vuran kâtibin yanında dikilen yaşlı adam ‘’Bana bakmıyorlar, malımı sağlığımda istiyorlar, karşı çıkıyorum. Görülmüş şey mi sağlığında malı bölüp vermek. Sonra ağzını yele aç!’’ Beklemekten soğumuş, demli çayından alışkanlıkla bir yudum alan kâtip onu dinlemiş gibi yaparak ‘’Kolay, hallederiz, vekâlet vereceksin.’’ diyordu kayıtsızca…
Sıralanmış arzuhalcilerden daha genç olanının yanında otuzlu yaşlarda bir kadın… Kucağındaki çocuk mızmızlanıyor, ne görse istiyor. Neyse ki yanındaki kirli saçlı kız ile karnındaki sorun çıkarmıyor. ‘’Üzerime dost tuttu. Mersin’de çay ocağında çalışıyor, yedi tane çocuk yaptı benden, biri de yolda’’. Zabıt kâtibi ‘’Vay anasını satayım. Adam çay ocağında çalışıyor, dostu var. Ben yıllardır kadınların öbeğinde çalışıyorum da… Tövbe tövbe!’’ diye iç geçirdi.
Temiz giyimli, yirmili yaşlarda uzun boylu, yakışıklı gencin erken denebilecek yaşta hayata atılacak olmasının endişeli heyecanı yüzüne yansımıştı. Kuyruğun sonunu sordu. Sıra gölgede bittiği için dağınıktı, en sona durdu. “Bugün perşembe, pazartesi evrakları vermem lazım. Aslında
rapor almak için çok zaman harcayınca zamanım daraldı. Belgeyi yarın alamazsam pazartesine kalır. O zaman da kesin kaçırırım kaydı…” kaygısıyla dudaklarını kemiriyordu.
Öğretmen olacağı, öğrencileriyle buluşacağı günü iple çekmişti. Öğretmenlik bu kadar sevilir miydi? Dördüncülükle girdiği Ankara Hukuk Fakültesi’ne bile bu yüzden devam etmemişti. Yetenek sınavına girerek tercihini ressamlık ve öğretmenlikten yana kullanmıştı. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nde resim okurken bölümündeki kızlar her sabah sırtına yumrukla vurup ’’Haydi okuluna gitsene ya! Senin yerin burası değil. Avukat, hâkim olman lazım. Herkesin eline bu fırsat geçmez.” diyorlardı. Ama gencin içinde yanan aşktan haberleri yoktu.
Aslında kendini bildiğinden beri ‘’Ressam olacağım.’’ diyor, yetenekte kendine güveniyordu. Üç yaşlarında başlamıştı resim aşkı. Her yere bir şeyler çiziyordu; ne ocak bırakıyordu ne de baca… Ortadan kaybolduğu anlarda annesi arayınca ya bir kapının arkasında ya da sedir altında bulurdu onu. Gizli gizli resim çizerdi boş bulduğu her yere… Bu günkü gibi defter, kalem ne gezer!
Birgün ilkokul öğretmeni gezinerek ders anlatıyordu. Ali de gözleriyle öğretmenini takibe almıştı. Öğretmeninin ayakkabıları yepyeniydi, yürüdükçe gıcır gıcır sesler çıkarıyordu. Öğretmen, kendine gıpta ile bakan öğrencisinin hevesini anlamıştı. Bu hevesi kamçılamak için sınıfa dönerek ‘’Ya çocuklar işte böyle… Bazılarınız bana özeniyor. Öğretmenliğe hevesleniyor. Okuyup öğretmen olursanız sizin ayakkabılarınız da böyle gıcırdar işte!’’ dedi. Çocuk, daha da hırslandı: ‘’Eğer ben de bir gün okuyup öğretmen olmazsam, ayakkabılarımı da gıcırdatmasam ne olayım!’’ diye iç geçirdi. Artık ressamlık hayallerine öğretmenlik hayali de eklenmişti. Her ikisini birden olmak ne kadar da yakışacaktı kendine!
Atama için mezunlardan istenen bir sürü evrakın en önemlisi de ‘’Sabıka Kaydı’’ belgesiydi. Aslında sabıkasızlık kaydı demek daha doğruydu..Geçmişte yüz kızartıcı bir suçunuzun olmadığını, bundan hüküm giymemiş olduğunuzun belgesi… Sırf bu belgeyi alamadığı için tayini yapılamamış birçok arkadaşı vardı Ali’nin. ‘’Sabıkam yok. Belgeyi zaten alırım ama zamanında alabilecek miyim?’’ endişesini büyüttükçe büyütüyordu içinde. Genç adam belli etmemeye çalışsa da terlemesi fazlaydı. Soranlara ‘’Ben zaten fazla terlerim.’’ dese de bugün avuçlarının içinin terlediğini fark etmişti. “Hoş hava da sıcak… Belki de ondandır.‘’ diye geçirdi içinden.
Kuyruk binanın içine, oradan da üst koridora kadar uzanıyordu. İlk geldiğinde sona kaldığı için hayıflanıyordu ama yaklaşık bir buçuk saat sonunda sıra kendine iyice yaklaşmıştı. Önünde on beş kişi kadar vardı. Dilekçeyi verip çıkanlara soruyor, hep aynı cevabı alıyordu ‘’Salı günü sıra verdiler, saat ikide sonucu alırsın.’’ dediler. Tasalanması büsbütün artmıştı: ’’Ya bana da aynı şeyi söylerlerse? Salı günü sıra verirlerse, kayıta kesin yetişemem. Ama Allah büyük, yapacak bir şey yok!’’ Bu düşünceler içindeyken sıranın kendisine geldiğini fark etmemişti bile. İçeri girip memura dilekçeyi uzattı. Memur hayretle bakıp incelerken ‘’Kim yazdı bunu? ‘’ dedi. ‘’Ben yazdım. Acaba bir sorun mu var?’’ Memur cevap vermedi ‘’Benimle gelir misin?’’ Çalışan önden yürürken devamlı elindeki evraka bakıyordu. Ali ’’Şu işe bak! Ben belgemi öne aldırma derdindeyken…”
Önünü ilikleyen memur, kıyafetini kontrol ederek büyük, kahverengi kapıyı hafifçe tıklattı.’’Geel!’’ sesi duyulunca girdiler. Büyük bir masada tek başına oturan adamın önüne dilekçeyi koyarak geri çekildiler. Ali kapıdaki yazıya dikkat etmemişti ama galiba savcının odasıydı burası. Savcı, merak ve hayretle dilekçeyi incelerken, yüzündeki asil ciddiyet güven veren bir tebessüme dönüştü. Genci rahatlatacak yumuşaklıkta ‘’Sen mi yazdın oğlum bu dilekçeyi?’’ Ali ne diyeceğini bilemiyordu, biraz bekledi. Savcı tebessüm ediyordu.’’ Kötülüğüne sormuyor sanırım.’’ diye düşündü .‘’Ben yazdım efendim…’’. Savcı gülümsemesini sürdürerek ‘’Ne iş yapıyorsun sen?’’ .’’Dilekçemin içeriğinde yazıyor efendim. Olur verirseniz, öğretmenlik için atamamı istiyorum.’’ dedi.
Anlaşılan savcı da memur gibi yazının içeriğinden çok güzelliğine dalmıştı. Ali, kaligrafi tekniğinin en güzel stiliyle kesik uçla, hat sanatının inceliklerini de yansıtarak yazdığı dilekçesiyle savcıyı da büyülemişti besbelli. Ayrıca kibarlığı da kocaman savcıda bile hayranlık uyandırmıştı. Savcı bir yazıya bakıyordu, bir de gence; bu gidip gelmeler epeyce sürdü.
Bu yazı tekniğinin temelini öğretmen okulunda, yazı atölyesinde atmıştı. Yatılı okulda herkes öğle yemeğinden sonra kız arkadaşlarıyla gezerken Ali, o yörede kargı denilen kamışla bu yazının inceliklerini öğreniyor, alıştırmalara devam ediyordu. İleride, Gazi Üniversitesi’ne girdiğinde de bu çalışmaları geliştirecekti. Zevkli bir çabaydı yazmak. Sessiz atölyede, ucu kesik kamışın çıkardığı gıcırtıları, geçmişte ilkokul öğretmeninin yürürken yeni ayakkabılarının çıkardığı gıcırtılara benzetiyordu ve ‘’Benim hayatımda herhalde gıcırtıların önemi büyük olacak! ‘’diyordu. Bu sesler çocuğun hayatına yön veriyordu sanki!
Savcı dilekçenin arkasını çevirdi, kendi el yazısıyla, Ali’nin şaşkın bakışları arasında ‘’Böyle güzel bir yazıyı yazan kişinin sabıkası olamaz, olsa da ben kefilim. ’’diyerek ‘’Sabıkası yoktur.’’ diye büyükçe bir yazı yazdı. Mührü ıstampaya batırarak yazının üstüne kuvvetlice bastırdı, imzaladı. Ali o kadar sevinmişti ki ‘’Sağ olun. Te…te…teşekkür ederim.’’ diye kekeledi. Savcı gülümseyerek ‘’Hayırlı olsun.’’ dedi ve Ali’ye uzattı onaylı dilekçeyi.
Ali, elindeki onaylı dilekçeyle adeta uçuyordu. Islak mührü üfleyerek kurutuyor, bir taraftan da içinden ‘Uzun ve yorucu çabalar sonucunda elde ettiğim güzel yazı yazma yeteneğinin bir gün bana iş kapısını herkesten önce aralayacağını nereden bilebilirdim!’’ diyordu. Kalabalığın şaşkın bakışları arasında koridorlardan koşarak geçerek sevinçle adliyeden çıktı. Dokuz-on yaşlarındaki pantolonu yamalı küçük simitçiden bol susamlı bir simit aldı. Büyük para verdi. Çocuk arkadan
bağırıyordu: ‘’Abi paranın üstünü almadınız.’’
Ali AYAZ Adana 30 Mart 2017