Erdoğan’ın dış politikasının iflasının tescillendiği günleri yaşıyoruz. Dış politika iç politikadan bağımsız olmadığına göre, dolaylı olarak iç politikasının iflasının da tescillendiği anlamına gelir.
Erdoğan’ın dış politikası çoktan iflas etmişti. Tıpkı iflas etmiş bir işveren gibi, tescili gerekiyordu. Mevcut durumun daha fazla sürdürülebilir olmadığını gören Erdoğan, elini İsrail ve Rusya’ya uzatarak iflasını tescil ettirdi.
Öncelikle İsrail ve Rusya ile yeniden ilişki kurulmasına karşı değilim. Uluslararası ilişkilerde iniş çıkışlar olur. Savaşan ülkeler bile, bir gün gelir mutlaka barış masasına otururlar.
Sorun, bu ülkelerle bozulan ilişkilerin düzeltilmesi yoluna girilmesi değil.
Sorun, bu ülkelerle ilişkilerin hangi nedenlerle bozulduğu, iktidarın ve havuz medyasının algı amaçlı yalanları ve bu süreçte ülkenin yaşadığı sıkıntılardır.
Sorunun bu asli durumu bilinirse, soruna yol açan politikalarda hangi değişikliklere gidilmesi gerektiği de ortaya çıkar. İsrail ve Rusya ile yeniden ilişki tesis edilmesi ve bu talebin Türkiye tarafından dile getirilmesi, bu iki ülkeye karşı konulmuş politik tavırdan geri adım atılması demektir ki, atılsın.
Bu politika değişikliğinin iki ülkeyle sınırlı kalarak dış politikada tutum değişikliklerine yol açmaması ve özellikle bunun iç politikaya yansımaması, mevcut toplumsal sorunların devam etmesi anlamına gelir ki, işin önemli kısmı budur.
Daha kötüsü, bu ülkelerle ilişkilerin düzeltilmesinin sınırlı kalarak genel politik tutum değişikliklerine yol açmaması, AKP ve Erdoğan iktidarına oksijen sağlar. Bu durum ise, iç baskının, otoriterleşmenin daha bir artırılmasına katkıda bulunur.
Türkiye’deki sistemin demokrasiyle ilişkisi ne İsrail’in, ne de Rusya’nın umurunda olmadı, olmayacak da. Dolayısıyla düzeltilecek ilişkiler münderecatında Erdoğan’dan demokratik adımlar talep edilmesine yer olmayacak. Erdoğan’ın eli bu açıdan çok rahat; nasıl olsa Rusya’da Putin gibi bir otokrat, İsrail’de de Ortadoğu’da varlığının devamı gibi bir güvenlik kaygısı varken, demokratik talepler de ne oluyormuş?
Hele AB’nin bile Türkiye’den gerekli demokratik adımların atılmasını talep edemediği ve Türkiye’deki iktidar keyfiyetine karşı yeterince tavır alamadığı bir konjonktür varken…
Bütün bunlar Erdoğan’ın politikaları için uygun nesnel koşullar sunuyor.
Ancak madalyonun bir de arka yüzü var.
Bu ülkelerle ilişkilerin bozulmasındaki temel neden, ideolojiktir!
Ortadoğu’da Yeni Osmanlıcılık üzerinden kendini etkin kılacağını sanan İslamcı ideoloji, Müslüman Kardeşlerle zımni bir ittifak oluşturdu. Eskiden beri istenen bu durum, AKP iktidarıyla ve bu zamana denk gelen Arap Baharıyla uygun zemini buldu. Daha doğrusu bulduğunu sandı.
Ancak “Arap Baharı”nın kısa sürede “Arap Kışı” olduğu anlaşıldı. İslami radikalizm bir tek Tunus’ta Gannuşi’yi kendi alanına sürükleyemedi. Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik’ini kılavuz edinen Erdoğan ve AKP, içindeki İslamcı birikimi akıtacakları bir kanal buldu.
Kanalın tıkandığı daha Mısır’da Mursi’nin radikal İslamcı politikalarıyla ortaya çıkmasına rağmen, Suriye’de kanalın akacağını sanan Erdoğan, baltayı taşa vurduğunu çok geç fark etti(mi?).
Etti mi diye soruyorum çünkü bu anlayışın daha derininde tarihsel bir arka plana sahip Doğu/Batı, İslam/modernite çatışması yatmakta. Kapitalizmin ticaretine âşık olan İslamcılar, iş medeniyete, hukuka ve kültüre gelince aşkları nefrete dönüşüyor! Çünkü demokrasi işlerine gelmiyor!
Bir yandan güç zehirlenmesine tutulan Erdoğan, Batı’nın Ortadoğu’daki politika değişikliğini görmek istemedi ve daha da ileri giderek Rus uçağını düşürdü. Bunu yaparak NATO’yu işin içine çekeceğini ve bu ayak üzerinden Suriye’ye müdahale kapısını aralayabileceğini düşünmüş olabilir. Güvendiği dağlara kar yağdı; NATO bu basit oyuna gelmedi!
2009 yılında Erdoğan’ın Davos’ta İsrail Devlet Başkanı Simon Peres’e “One munit” dediği günleri…
2010 yılında Gazze’ye yardım götüren Mavi Marmara gemisinde olanları…
Suriye’de Esad’ın devrilerek Şam’da namaz kılacağız denilen günleri…
Mısır’da Sisi darbesiyle devrilen Mursi için ağlamaları…
Rus uçağının düşürüldüğü günleri bir hatırlayalım bakalım, kim nereden nereye gelmiş?
O günlerde Havuz medyasının büyük lokmalar yemesi bir tarafa, büyük laflar etmesini bir hatırlayalım bakalım; kimler algı operasyonları için ne yalanlar söylenmiş.
Eyyy falan, eyyy filan diyerek kabadayı ağzıyla diplomasi yapılamaz!
Herkese ayar vermeye kalkarak siyaset yürütülemez.
Bu kabadayı ve kafa tutan (Dünya beşten büyüktür gibi) tavırların, Asyatik siyasi genlerin hala etkin olduğu bu toplumda epeyi bir karşılığı olabilir. Ama toplumsal hayat tek kanaldan akmaz! Hele uluslararası siyaset, çok denklemli bir ilişkiler ağıdır. Nice kabadayılar yerle yeksan oldu ki… Yakın zamanın en büyük kabadayısı Hitler’di!
Sonuç: Erdoğan’ın dış politikasının iflasının tescillendiği günleri yaşıyoruz. Dış politika iç politikadan bağımsız olmadığına göre, dolaylı olarak iç politikasının iflasının da tescillendiği anlamına gelir.
İslamcılık ve Yeni Osmanlıcılıkla kılıflanmış Erdoğan iktidarının iflasını zaten yaşıyorduk.
Siyasi görüşleri iflas eden iktidarla, o iktidara sunulan destek eş zamanlı işlemez. İflastan bir süre sonra toplumda rahatsızlıklar başlar. İtiraz potansiyeli taşıyan bu rahatsızlıkların fiile çıkması ideolojiyle, dini söylemlerle bir süre daha engellenebilir ama sürekli kılınamaz.
İsrail ve Rusya’ya karşı daha önce ortaya konulan tavırlardan tornistan edilmesinin, Havuz medyasının tükürdüğünü yalamasının asıl nedeni, ekonomik sıkışmışlıktır!
Yalnızlaşmanın ve ekonomik sıkıntının aşılması için İsrail ve Rusya limanlarına yelken açılması, biraz nefes aldıracak ama uzun soluklu olmayacak. Uzun soluklu olabilmesi için, soruna yol açan politik anlayışları terk etmek gerekir ki, Erdoğan’da bunun emarelerini dahi göremiyoruz.
Erdoğan’ın ve AKP’nin politikaları, uzun vadeli bir sürdürülebilirliğe sahip değil. Çünkü toplumda, siyasette, hukukta, ekonomide, coğrafyada, çevrede yarattığı tahribat çok büyük!
Ancak en büyük tahribatı insanda oluşturdu! (HŞ/HK)