Nur topu gibi bir oğlun oldu dediler babaya.
Baba sevindi. “Nur topu gibi ha!” dedi içinden. Ve tebessüm etti.
Doğum için göz aydın edenlere gururla baktı baba. Bir oğul sahibiydi. Aslan gibiydi. Büyünce okuyacak büyük adam olacaktı. Herkes ona imrenecek ve saygı duyacaktı.
Baba mutluydu.
Oyuncaklar aldı oğluna. Bebek ses çıkaran oyuncaklara doğru kafasını çevirdi ama elini uzatmadı hiç. Günler geçti. Çocuk sabit bir noktaya bakıyordu hep. Köz kırpması gereken yerde gözünü kırmıyordu.
“Acaba” dedi baba. Sonra “Böyle şeyler düşünmemeliyim” diye geçti içinden. Ama yine de bir “cızz” hissetti içinden.
Nihayet doktorun yolu tutuldu. Doktor “Maalesef göremiyor” dedi. Karardı babanın dünyası. Aslan parçası ömrünü karanlıkta mı geçirecekti yani.
İçindeki “cızzz” büyüdü.
Göz oldu oğluna. El oldu, ayak oldu. Korudu onu tehlikelerden.
Oğlunun tahsil çağı gelmişti. Tuttu elinden götürdü onu özel eğitim veren okula. Yetkililere “Bu benim oğlum” dedi. “Göremiyor…”
O okulda kimse göremiyordu.
Gerekli tahsilini gördükten sonra evine döndü göremeyen aslan parçası. Bazı şeyleri öğrenmişti. Kendi kendine yetebiliyordu artık.
Askerlik çağı geldi. Gelen çağrı kağıdına baba da oğul da üzüldüler. Askere gidemeyecekti. Öyle de oldu.
Madem askere gidemiyor evermeli idi. Bir kız buldular. Artık oğlunun bir gören gözü, bir tutan eli ve yürüyen ayakları vardı.
Ve bir gün karısının hamile olduğunu öğrendi. Zaman geldi hastane kapısında haber bekledi. Hemşire seslendi müjde ile. “Nur topu gibi bir oğlun oldu” diye.
Görmeyen babanın dünyası aydınlandı birden. Sevindi. Kısa bir süre sonra “acaba” dedi. İçinde bir “cızz” hissetti birden. “Ya o da…”
Yok yok. Böyle şeyler düşünmemeliyim.
O şüphe saklandı bir yerinde. Göğsüne saplanamaya hazır hançer gibi. Dayanamadı oğlunu bir hekime gösterdi baba. Hekim “görüyor” dedi. Görmeyen babanın dünyası bir defa daha aydınlandı. Göğsü üzerinde hazır bekleyen hançer kayboldu birden.
Aradan yıllar geçti.
Görmeyen adamın oğlu okul çağına geldi. O oğlunun elinden tuttu karısı da kendi elinden. Vardılar okula. Görmeyen adam oğlunun öğretmenine seslendi:”Bu benim oğlum!”
“Bu benim oğlum derken oğlunu da öğretmeni de görmüyordu. “Her akşam alacağım. Gün boyu sana emanet.” diye de izahatta bulundu.
Oğlu okumaya geçti görmeyen adamın. Onu okula çağırdılar. Okumaya geçen çocuklara okuttular. Görmeyen adam oğlunun yakasındaki kurdeleyi aradı eliyle. Birisi “Kırmızı renkli” dedi. Görmeyen baba kırmızının nasıl bir şey olduğunu nereden bilecekti? Onun dünyası karaydı hep. Yine de “kırmızı” ha dedi.
Okullar arka arkaya bitti. Oğlunun askerlik çağı geldi Yıllar önce kendinin de geldiği gibi. İçi yine “cızz” etti.
Askerlik için şubesi belli olunca tören düzenlendi. Sonra yol ettiler. Asker herkesi el salladı. Baba da boşluğa salladı elini. Çünkü oğlunun yerini tam olarak göremiyordu. Bildiği bir şey vardı oğlu kalbinin tam ortasındaydı.
Günlerden bir gün. Asker babasının kapısı çalındı. Karısı açtı kapıyı. Kadın “Kumandanlar gelmiş bey” dedi. Adamın içi yine “cızz” etti. İçeri giren askeri erkan görmeyen adamın yanına oturdu. Ellerinden öptü. Yüzünü okşadı. Uygun kelimeler arandı ve hafızalarda “Vatan sağ olsun” dan bir şey kalmadı.
Görmeyen gözlerden yaşlar aktı…
Sonra törenler düzenlendi. Nutuklar atıldı. Doğduğunda göremediği aslan parçasının tabutunu da göremiyordu.
Görmeyen gözlerden akan yaşların fotoğrafını çekti gözü görenler.
Onlar yaşları birkaç damla sıvıdan ibaret olduğunu sanıyorlardı. Babanı asıl yaşlarını içeri doğru aktığını nereden bileceklerdi ki…
Bir insanda gönül ve vicdan varsa gözleri görmese de yaş akar…
Yaş hem akar, hem yakar…
Her şey o iki damla gözyaşında saklıdır…