Üzerinden inen kara adam nefes nefese kalmıştı. Yanına uzandı. Biraz dinlendikten sonra yerinden kalkarak duvardaki çiviye astığı cellabiyesine (kaftanına) doğru yürüdü. Rukiye arkasından baktığında buruşmuş boynunu gördü “Devenin dizlerindeki deriye benziyor. Çıplak vücudu, yüzünden de çirkin.” diye düşündü. Kambur sırtına cellabiyesini giyerken gözü ince bacaklarına ilişti. İğrendi.
Kefiyesini başına takarken Rukiye’ ye baktı. Leşle karnını doyuran sırtlana benziyordu. Kapıya doğru yönelirken bir an durdu, kirli seyrek dişlerini göstererek sırıttı, sonra da çıkıp gitti. Onu birkaç saniye görmesi midesinin bulanmasına yetmişti. Öğürürken elini ağzına tutarak yerinden kalktı. Zayıf bedeni hırpalanarak takatini yitirmişti. Ayakta sendelenirken diğer eliyle sararmış duvara tutundu. Odanın köşesinde duran eski kovaya eğilerek tekrar öğürdü. Boş midesinden kusmuk yerine sarı su boşaldı.
Titreyen bedenini tahta karyolaya yayılan ince döşeğe bıraktı. Eskimiş lekeli çarşaf üzerinde dizlerini karnına çekti. Elini yastığın altına uzatarak yazmayı çıkardı. Annesinin kollarından kopartılıp alınırken elinde kalmıştı. Bir an olsun yanından ayırmıyordu. Yüzünü yazmaya gömerek kokusunu derin derin içine çekti. “Annem…” dedi. En zor zamanlarda sığındığı yazmanın kokusuna uyumak için yine sığındı. Hemen uyudu.
Köhnemiş kapının gıcırtısıyla uyandığında elindeki yazmayı yastığının altına saklayarak yatağında toparlandı. Gözleri kapıya kilitlendi. Yıllar geçmesine rağmen alışamamıştı kara adamlara. Onların pis kokulu, çirkin eti tenine değdikçe ruhunu bedeninden ayırıyor, pırıltılı ak denizin kıyısındaki köyüne yolluyordu. Annesiyle bağlarda üzüm topluyordu. Kara adam üzerinde inlerken, o düşlerinde kardeşi Ahmet’ in elinden tutarak annesinin arkasından yürüyordu. Dudaklarını kanatan, yeni yeni büyümeye başlayan göğüslerini sıkarak acıtan o adamlar değil, koruk ve dikenli süpürge otlarıydı. Öyle düşlüyor, öyle olsun istiyordu. Ne zaman kapı gıcırdayarak açılsa, Rukiye Kıbrıs’ta ki köyüne yola çıkıyordu. Köyünden geri döndüğünde hırpalanmış, morarmış, kanamış, yüzlerce kez kirletilmiş bedeniyle karşılaşıyordu.
Yorgun düşen bedeni, günde kaç kez sırt üstü uzanmıştı? Umudunu yitiren yüreğine, gözleri kaç kez ağıt yakıp ağlamıştı? Bakışları boş duvarı izlerken üzerinden kaç erkek geçip gitmişti, o da bilmiyordu. Yaşı büyüdükçe değil, yaşadıkları çoğaldıkça büyüyordu Rukiye.
Babası satmıştı onu. Hem de üç beş kuruş ve bir kırmızı arabaya. Belki de çaresizdi, belki de kandırılmıştı. Kızamıyordu, küsemiyordu babasına. Simsarlar çocukların bedenleri gibi insanın ruhunu da alıp, satıyorlardı. Belki babasının ruhunu da satın almışlardı. Belki değil, tamda öyle olmuştu. “Damat adayı Filistinli Zengin bir Doktor.” demişti simsar kadın. “Sultanlar gibi yaşayacak kızın.” demişti. Yoksa kıyar mıydı altın saçlı Rukiye’sine?
Dokuz yaşında portakal ağacının dibinde bez bebeğiyle oynarken bir Arap’ın kollarında bulmuştu kendisini. Ne olduğunu anlayamamıştı. Ülkesinde parayla satılan binlerce çocuktan biriydi Rukiye. Bukle bukle sarı saçları, Deniz mavisi gözleri, pembe yanaklarıyla annesinin can tanesiydi.
O yıllarda simsarlar mahalle mahalle, köy köy gezerek tespit ettikleri mavi gözlü sarı saçlı kız çocuklarını bir yolunu bularak adamlara gösteriyor sonrada pazarlık ediyorlardı. Filistin ve diğer Arap ülkelerindeki yaşlı erkekler bu kız çocuklarını para karşılığı satın alarak güya evleniyorlardı. Simsarlar da kendi paylarını aldıktan sonra, çocukları Nemrut’un ateşinden beter ateşe atıyorlardı. Kimisi dördüncü kuma oluyordu, kimisi odaya kapatılıp cinsel ihtiyaç için kullanılıyordu. Kimisi de birkaç yıl sonra genelevlere satılıyordu. Yapılanlara dayanamayıp ölenler de isimsiz birer mezar oluyordu.
Evlendirildiği kara tenli beyaz gözlü adam kendisinden kırk yaş büyüktü. Bir keresinde kocasından oyuncak istediği için bayılana kadar dayak yemişti. Moraran vücudu haftalar sonra iyileşmişti. İki sene sonra da onu geneleve satmıştı. Annesinin koynunda büyüyemeyen Rukiye, bazen ağzında dişi olmayan bir ihtiyarın, bazen kendini bilmeyen bir yeni yetmenin, bazen ot çiğneyerek aklını kaybeden zavallının kollarında büyüyordu.
***
Topuklarına kadar uzanan, yakası işlemeli yeşil entarisi, pencereden sızan ikindi güneşinde yağmur sonrası parlayan çimen gibi parlıyordu. Başına örttüğü başörtüsünün uçları göğsüne kadar inmişti. Karyolanın ucunda oturmuş gözünü uzaklara dikmişti. Yıllarca oradan oraya sürüklenen Rukiye, büyük şehirde ki geneleve getirilmişti. O kadar çok şehirden geçmiş, o kadar çok insan görmüştü ki artık zaman, yer ve insan tanıma kavramlarını yitirmişti. Onun bildiği özlediği ailesiydi. Aradan geçen onca zaman unutturamamıştı onları. Dalıp gittiği anlarda köyünde anasından öğrendiği türküleri mırıldanır, sonrada gözyaşlarında boğulurdu. Türkü bitmeden “Anne gel kurtar beni.” diye içinden binlerce kez haykırırdı.
Kapının açılma sesiyle gözünü pencereden ayırarak ayağa kalktı. Gözlerini yerden kaldırmadan gelen kişinin yaklaşmasını bekledi. Ayak sesi duymayınca kapıya doğru baktı. Bir an göz göze geldiler, sonra ikisi de başını yere eğdi. Karşısında ayakta duran uzun boylu, ince yapılı genç erkek utanıyor, Rukiye’ ye bakamıyordu. Bir müddet sonra cesaretini toparlayarak gözlerini yerden kaldırmadan “Şey… Ben Arapça konuşmak bilmiyorum. Sende Türkçe bilmiyorsundur. Olsun ben yine de demeliyim ki buraya arkadaşların zoruyla geldim. Ben Türk askeriyim. Görevli geldik. Galiba ben şey yapamayacağım, seni görünce içimi tuhaf bir duygu kapladı. İznin olursa yanında biraz durup sonra gideyim. Yoksa arkadaşlarım benimle alay ederler. Bunları sana söylüyorum ama sen nasıl anlayacaksın ki. Hem sonra…” dediğinde sözü hıçkırık sesiyle yarım kalmıştı. Başını kaldıran asker Rukiye’nin gözünden sicim gibi akan yaşları görmüştü.
Askerin toy yüreğinde duyduğu utancın yanına birde korku eklenmişti. Paniklemiş ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırmıştı.
Rukiye ağlarken kısık sesi ve unutmadığı diliyle “Ben de Türküm. Kıbrıslıyım” diyebilmişti.
***
Görevli olduğu süre içinde defalarca Rukiye’yi ziyaret eden asker, genelev sahibi içinde iyi bir müşteriydi. Olay çıkarmadan gelip gidiyor üstelik bahşiş bile bırakıyordu.
Görevimiz bitiyor birkaç gün sonra döneceğiz. Bir yolunu bulup senide götüreceğim. Benimle her zorluğa var mısın Rukiye?” sorusuna hiç düşünmeden ”Evet.” demişti.
***
Dokuz yaşında ayrıldığı yurduna, on beş yaşında bin bir çile çekerek dönmüştü.
Şafağın lacivert rengi denize dökülmüş gibiydi. Sahile doğru yürürken etrafını seyrediyordu. Kumlarda yürürken ayaklarına çarpan dalgalara gülümsedi. Yüzünü gökyüzüne çevirdi, gözlerini kapadı “Ohhh Annemin nefesi gibi kokuyor.” dediğinde başından sıyrılan annesinin yazması dalgalara karışıyordu.
Online Bilgi İletişim, Sanat ve Medya Hizmetleri, (ICAM | Information, Communication, Art and Media Network) Bilgiağı Yayın Grubu bileşeni YAZAR PORTAL, her gün yenilenen güncel yayınıyla birbirinden değerli köşe yazarlarının özgün makalelerini Türk ve dünya kültür mirasına sunmaktan gurur duyar.
Yazar Portal, günlük, çevrimiçi (interaktif) Köşe Yazarı Gazetesi, basın meslek ilkelerini ve genel yayın etik ilkelerini kabul eder.
Yayın Kurulu
Kent Akademisi Dergisi
Kent Akademisi | Kent Kültürü ve Yönetimi Dergisi
Urban Academy | Journal of Urban Culture and Management
Ayın Kitabı
Yazarlarımızdan, Nevin KILIÇ’ın,
Katilini Doğuran Aşklar söz akıntısını öz akıntısı haliyle şiire yansıtan güzel bir eser. Yazarımızı eserinden dolayı kutluyoruz.