AKP’nin 2002 yılında tek başına hükümet kuracak çoğunluğu sağlaması, Türkiye politik süreci açısından önemli bir kırılma noktasıydı. Toplumda var olan –açık ya da gizli- tüm politik yapıları, yüz yıllık vesayet sistemini harekete geçirmişti. Bunların detaylarını, yıllar sonra Ergenekon ve darbe davaları başladığında öğrenmiştik. Bu davalar başladığında “renksiz görünen” tüm siyasi örgütlenmelerin rengi de belirmeye başlamış, kocaman ana muhalefet partisi, darbecilerin avukatlığına soyunmuş, yıllarca iktidara muhalefet etmeyi Silivri kapılarında aramıştı.
Diğer toplumsal ve ideolojik kırılma ise, Hrant’ın öldürülmesinden sonra yüz binlerin “hepimiz Ermeniyiz” sloganı ile sokaklara çıkmasıydı. Hrant’ın katli, yüz yıllık tabunun çöküşünün de başlangıcı olmuştu.
Üçüncüsü Gezi Direnişiydi. Yaşam tarzlarına müdahale edilmesinin sınırına geldiğini hisseden milyonlarca modern şehir gençliği iktidara başkaldırmış, “kırmızı kart göstermişti” Ama Kemalist – ulusalcı sol sekterliğin kurbanı olan bir başkaldırı olarak kaldı.
Diğeri, bir “kırılma noktası” gibi adlandırmasak da, Generallerin Anayasasının oylandığı referandumda, AKP kitlesinin dışındaki önemli bir kesimin de, darbelere, darbecilere, onların yasalarına “Hayır” demesiydi.
En önemlisi ise, 30 yıldır direnen Kürtlerin barış kapısını yeniden açmış olmalarıydı. Toplumda öyle büyük bir barış potansiyeli birikmişti ki, anayasa oylaması öncesinde bizzat Başbakan Erdoğan, “Öcalan’la görüşüyoruz” demiş, buna rağmen yüzde 60’ın desteğini alabilmişti.
Yani AKP askeri vesayete, darbelere, yarı açık ya da “gizli” örgütlenmelere karşı önemli bir halk desteği sağlamış, eğer isterse, demokratik bir toplum yaratmanın tüm olanaklarına sahip olmuştu.
Kürt sorununu –tüm dünyanın bildiği- demokratik kıstaslarla çözebilir, Alevi inancının tüm ihtiyaçlarını karşılar, farklı yaşam tarzına sahip tüm birey ve toplumsal grupların, hak ve özgürlüklerini güvenceye alarak, demokratik bir toplumun temellerini atabilirdi.
Ama bunların hiçbiri olmadı. Hrant cinayetinin sorumluları 17 yaşındaki bir gençle sınırlı tutuldu. O dönemin önemli bürokratları korundu, yükseltildi. Duyarlı vicdanlar kanamaya devam etti.
Gezi’de milyonlarca gencin sesine kulak verileceğine, milyonluk başkaldırı “darbe” olarak yaftalanıp yeni bir kamplaşmanın kapıları sonuna kadar açıldı. Aleviler, inançlarını özgürce yaşayan değil, “dönüşmesi gereken unsurlar” olmaktan kurtulamadı. Ergenekon ve darbe sanıkları, “paralel yapının mağdurları” olarak yeniden aramıza katıldılar. “Paralel yapıyla” süren on yıllık yol arkadaşlığı sona erdi.
Ve iş varması gereken, artık kaçınılması mümkün olmayan bir noktaya, Kürt Sorununa dayandı.
Ergenekoncular, darbeciler, yüz yıllık askeri vesayet, halka rağmen var olan devlet örgütlenmesiydi. Özellikle 30 yıllık Kürt direnişi ile tüm boyaları dökülmüş, tüm foyaları ortaya çıkmıştı. Küçük bir ulusalcı çevre dışında, toplumda demokratik bir karşılıkları yoktu.
Gezi direnişi, başlangıçtaki haklılıklarına rağmen, ulusalcı ve sekter sol çerçeveye hapsolmaya başlayınca, etkisini yitirdi.
Paralel yapı denilen cemaat örgütlenmesi, devlet kademelerinde edindikleri yerlere fazla güvenip “boyundan büyük” işlere kalkışınca, onlar da kendi ayaklarına sıktılar. Hükümet onların da hakkından geldi.
Sanırım tüm bu “başarılı” tasfiye politikalarından cesaret alan iktidar, aynı tasfiyeyi Kürtler için de denemeye koyuldu. Uzun yıllardır görüştüğü PKK’nın “terörist örgüt” olduğunu “anımsadı” Kobane direnişine yaklaşımının yarattığı öfke kitlesel bir ayaklanmaya dönüşüp, iki günde 50 kişi öldürülünce, tüm dünyanın gözü önündeki bir insanlık direnişine daha fazla sırt çevirmesi olanaksız hale geldi. (ABD ve Batı’nın, direnişin bir döneminden sonra desteklemesine girmiyorum)
Coğrafyamızın politik dinamiklerini takip eden herkes, “Barış Süreci” çökerse yeni bir kanlı dönemin başlayacağını ve bunun sonunda hükümetin de ayakta kalamayacağının farkında, büyük ihtimalle hükümet de farkında.
Siz toplumun en geri kesimlerine dayanarak da hükümet olacak oy potansiyelini yakalayabilirsiniz. Ancak Türkiye gibi bir coğrafyada, böylesine kamplaşmış, hakları güvence altına alınmamış bir toplumu yönetemezsiniz. Hele hele, 30 yıldır demir cendereden geçmiş, örgütlülüğünü tüm dünyaya kanıtlamış Kürtlere rağmen hiç yapamazsınız.
Gün, “Kürtlere akıl verme günü” olmaktan çıkmıştır. Gün Kürtlere yüz yıllık haklarını iade etme günüdür.
Bizim derdimiz, tüm insanların farklılıklarıyla, özgürce bir arada yaşadığı, doğanın korunduğu, iş cinayetlerinin olmadığı, sendikal hakların kazanıldığı, siyasi cinayetlerin -olağanlaştığı değil- infiale yol açtığı bir toplumda yaşamak. Ve bunların araçları iktidarın elinde. Barıştan, demokrasiden, hak ve özgürlüklerden yana herkesin söyleyeceklerini iktidara söylemesi gerekiyor. Hiçbir toplumsal grubun hiçbir hakkının verilmediği bir dönemde, mağdurlara akıl vermek bir demokratın işi olamaz…