… Yine uzun, kahverengi masalı odaya götürüldü; ama bu kez masanın ortasında badem şekeriyle dolu bir kâse, bir Kuran, yeşil bir duvak, bir de ayna duruyordu. Meryem’in daha önce hiç görmediği (ve nikah şahitleri olduğunu tahmin ettiği) iki erkekle, tanımadığı bir molla masadaki yerlerini çoktan almışlardı.
Herat’ta dünyaya gelen Meryem’in, yıllar sonra acı bir ölümle noktalanacak hayatının temeli atılıyordu o gün nikah masasında. Elinde var olan anne sevgisine; yıllardır özlemi duyulan, görüş günlerini bin bir heyecanla bekleyen, ırmağın ardını gözleyen küçük Afganistanlı kızın, ummadığı olaylar zincirinin tam ortasına düştüğü bu hikaye, Meryem ve kendisinden yaşça büyük olan eşi Raşit’in Kabil’e yolculuğuyla başlıyor. Giderken kulaklarında yine annesinin o yakaran sözleri çınlamakta: Gidersen ölürüm, gidersen yaşayamam. Meryem, doğduğu şehirden, çok sevdiği babası ve eşleri tarafından zorla gönderiliyordu. Aslında, başka da seçenek yoktu küçük kız için. Tek çare; her zaman yanı başında olan Molla Feyzullah’ı, hep özlemle anacağı babası Celil Han’ı ve yıllar sonra ölümünden kendini sorumlu tutacağı annesi Nana’yı geride bırakarak Kabil’e yol almaktı.
Bu pencere kuzeye bakar. Tam karşımızda Asmai Dağları var, görüyor musun? Soldakiyse Ali Abad Dağı. Üniversite, onun eteğinde. Şir Derveze Dağı arkamıza doğru düşüyor, buradan göremezsin tabii. Her gün, öğlenleri oradan bir pare top atarlar. Kes artık ağlamayı. Ciddiyim.
Meryem artık; ömrünün sonuna kadar kalacağı, türlü acılar yaşayacağı başka bir Afgan toprağındaydı: Kabil. Burayı tanımaya çalışırken bir yandan da Raşit’in öğütlerini geçiriyordu aklından. Raşit, ayakkabı dükkanı olan ve onlarca önemli müşteriye hizmet veren bir esnaftı. Her gün bayan müşterileri olurdu ve onların – Raşit’e göre kendilerini öyle sandıkları entelektüel – eşleri. Erkeklerin, eşlerinin başları açık gezmesine nasıl izin verdiğine şaşar vaziyette Meryem’i tembihlerdi çoğu zaman. Onu kıskandığını, başka erkeklere benzemediğini ve yüzünü sadece kendisinin görmesi gerektiğini savunan onlarca öğüt. Meryem tüm bunlara belki de mecburiyetten, razı geliyordu. Daha önce burka giymemesine rağmen zamanla alışacağını söylüyordu Raşit, gerçekten zamanla öyle de oldu. İlk başlarda görüş açısının dar oluşu, Meryem’in canını sıksa da sonraki zamanlarda burka giymeye alışmıştı.
Burkayla başlayan Meryem’in çıkmaz sokak yolculuğu; Raşit’e bir erkek çocuk verememesi ve eşinin ikinci evlilik isteği ile devam etti. Meryem tüm bu olanlara itiraz ettiyse de, sonuç değişmeyecekti. Çünkü Afgan kadınlarının kaderiydi bu.
Üç-dört karılı arkadaşlarım var. Senin baban da üç karılıydı. Ayrıca, benim şu anda yaptığım şeyi, pek çok erkek yıllar önce yapardı. Doğru söylediğimi sen de biliyorsun.
Bir yaşam düşünün ki, genç yaşınızda sizden kat be kat yaşlı biriyle evlenmek zorunda bırakılıyorsunuz. Bir hayat canlansın ki gözünüzde, yabancı bir şehirde tanımadığınız insanlar, hayatınızı alt üst etsin ve düşünün ki, aynı evde eşiniz ve yerinizi alacak diğer kadın… Burası Afganistan ve bu ülkede kadınlar, her zaman ikinci sınıf insan muamelesi görüyorlar. Dinin cahilliğe alet edildiği, bombalar altında, karanlık ve sindirilmiş kadınlar ülkesi burası. Burada kadın olmak, acı çekmenin diğer adı.
Dışarıdaki katlanır iskemlelere oturdular, ortak bir kâseden parmaklarıyla helva yediler. İkinci bardakları içtiler; Leyla, üçüncüyü ister misin diye sorduğunda, Meryem evet dedi. Dağlarda makineli tüfekler takırdarken ayın önünden kayan bulutları, karanlıkta parlak sarı kemerler çizen, mevsimin son ateşböceklerini seyrettiler. Azize uyanıp ağlamaya başlayınca, Raşit de gelip susturması için Leyla’ya bağırınca, iki kadın bakıştılar. Meryem’le arasındaki anlık, bu sessiz iletişim, Leyla’ya artık düşman olmadıklarını anlattı.
Meryem, ilk anda Leyla’nın bu eve gelişine karşı çıkmıştı, isyan etmişti ama; burkaya alıştığı gibi, Leyla’ya ve hatta kızı Azize’ye de alışmıştı. Belki de Meryem’i bu kadar insancıl yapan, Leyla’nın kendisinden farklı olmayışıydı. Raşit ilk zamanlarda nasıl da Leyla’nın üzerine düşüyordu. Meryem bir anda evdeki ve Raşit’in gözündeki değerini yitirmişti. Ancak; Leyla’nın da bir kız evlat veremeyişi Raşit’in gözünden düşmesi için yetmiş de artmıştı bile. Kaderleri aynıydı.
Sıra sana da gelecek biliyorsun. Ona bir kız verdin çünkü. Gördüğün gibi, senin günahın benimkinden bile büyük, daha da bağışlanamaz.
Leyla; eğitimci bir babanın eğitimli kızıydı. Annesi, Fariba isimli asabi bir Afgan kadını. Ağabeyleri Ahmet ve Nur, cihad uğruna hayatlarını kaybetmişlerdi. Tarık. Tek bacağını teröre veren, belki de Leyla’nın en çok sevgi duyduğu erkek. Terör dolayısıyla Kabil’den ayrılmak zorunda kalmış ve yıllar sonra ölüm haberi gelmişti, Meryem ve Raşit çiftinin evine. Aslında bu haber bir uydurmacadan ibaretti ve bu yalan haber, Leyla’yı Raşit’le evlenmeye bir anlamda mecbur kılmıştı.
Konuya nereden bakılırsa bakılsın, Afganistan’da her kötülüğün başı Taliban, yani terör. Neresinden tutarsanız tutun, bombaların her gün çocukların üzerine yağdığı bu karanlıklar ülkesinde Taliban; insanları sömürmüş, cahilliğe terk etmiş, erkekleri emperyalist amaçlarına alet edip, gerçeğe ve akla aykırı sözde kanunlarla kadınları toplumdan soyutlamıştır. Bir sürü çocuğun dizanteri, verem ve açlıktan öldüğü, müzisyenlerin dövülüp hapse atıldığı bu ülkede; erkekler sakal bırakmaya mecbur bırakılmış, şarkı söylemek ve dans etmek, kitap yazmak, film izlemek, resim yapmak yasaklanmış.
Kadınlar, yanlarında erkek olmadan dışarıya çıkamamışlar; her ne olursa olsun yüzlerini göstermemeleri konusunda uyarılmış ve aksi halde kırbaçla cezalandırılmışlar. Makyaj malzemeleri, mücevherler, kızların okula gitmesi, yine kadınların ulu orta yerde gülmesi ve çalışması yasaklanmış.
İnsani değerlerin unutulduğu ve hayatın zindana çevrildiği, daha çok Afgan kadınlarının hayatını konu alan yazar Khaled Hosseini, sembolik kadın ve erkeklerle, ülkenin acı gerçeğini başarıyla gözler önüne sermiş bulunuyor. Her ne kadar, eserin son bölümünde teknik anlamda bir zorlanma hissedilse de genel itibariyle başarılı bir roman. Dili ve kurgusuyla, sizi uykusuz bırakacak baş belası bir kitap niteliğinde.
Afganistan’da, bir erkek çocuğun ne demek olduğuna, dolayısıyla Zalmay’ın; Raşit, Meryem, Leyla ve Azize’nin hayatında ne gibi değişimler yarattığına; huysuz, yaşlı ve cahil bir erkeğin, iki zavallı kadına tam da Afgan kanunlarına yakışır şekilde, hayatı nasıl zehir ettiğine tanıklık etmek istiyorsanız; Meryem ve Leyla’nın bu işkence dolu hayattan ve Raşit’ten kurtulmak için Kabil’den kaçma teşebbüslerini ve başarısız olup geri dönüşlerini; Raşit’in acı sonunu ve Meryem’in Gazi Stadyumu’nda taşlanıp öldürülmesini; yıllar sonra Tarık’ın çıkıp gelişini ve bu dönüşün Leyla’da yarattığı olumlu değişimi merak ediyorsanız… Kısaca dünyanın öbür ucunda, çocukların misket bombalarıyla acımasızca ölüme gönderildiği, terörün hâlâ devam ettiği Afganistan’da olup bitenlere tanıklık etmek istiyorsanız, Bin Muhteşem Güneş’i mutlaka okumalısınız.
* Bu yazı, aynı zamanda www.yavuzyavuzer.com ‘da da yayımlanmıştır.