Yine sıkıntılı bir hafta geçirdik. Yine kara haberler aldık, yine karabasanlar çöktü yüreğimize. Yine kâbusla yatıp kâbusla kalktık. Ocaklara, yüreklere yanmamış kömürden kapkara ateşler düştü. Öte yandan hadisenin kamuoyundaki etkisini ve gösterilen tepkileri de kah takdirle kah ibretle takip ettik. Şunu bir kere daha gördük ki acıları paylaşıp yaraları sarma hasletimizi de önemli ölçüde kaybetmişiz.
* * * * * * *
Hala bir ölçüde aklını kullanabiliyor olanlar, sanırım, acı çekmeyi bile layıkıyla beceremeyen, millî yasını bile yüzüne gözüne bulaştıran bir toplum olmaya doğru gittiğimizi görebiliyordur. Geçtiğimiz her zorlu dönemeçte, özellikle sosyal medyada kopan fırtına bana bunu düşündürtüyor maalesef. Eğer bu hal, sanal âlemin sınırlarını aşıp gerçek hayatta da yaygınlık kazanırsa, asıl o zaman yandı gülüm keten helva!
* * * * * * *
Milletçe bir badireden geçtiğimiz böylesi zor zamanlarda biraz geri çekilip, yazılı basında ve sosyal medyada yazılıp çizilenlere bakınca kimlerin gerçeği anlama/anlatma kaygısı içinde, kimlerin de hırszede olduğunu ayırdetmek hiç de zor değil. Bu bahiste yüce bir davaya baş koyduğu zehabıyla ‘kendini hırsının yedeğine mahkum etmiş’ bedbahtları ibretle takip ediyoruz. Ne yapalım; böyle olur hakikatin intikamı erenler..
* * * * * * *
Her fırsatta dile getirdiğim bir hususu altını çizerek bir kere daha tekrarlayayım. Hani “sistem kötü”, “sistem tıkandı” lafları hep söylenir ya; bence bizim “hâl-i pürvebâlimiz” sistem sorgulamayla düzelecek eşiği çoktan aştı. Esaslı ve sahici bir zihin sorgulaması tek çıkar yolumuzdur. Bir düşünelim; biz ne sistemler eskittik, laçkalaştırdık!. Ne kurallar aştık, ne yasaklar deldik!. Ve delmeye devam ediyoruz.. Kısacası, “biz ne kurallar, ne sistemler edinmiştik; aslında hiç yoktular!” durumundayız.
“Milat” temennileri için de benzer düşüncedeyim; düşükle sonuçlanan kaç milatsancısı yaşadığımızı sayan oldu mu?! Temel arızamızla yüzleşip tedavi etmeden sağlıklı bir milat gerçekleştirmeyi beklemenin kuru bir temenniden öte gitmeyeceği âşikar değil mi?!.
* * * * * * *
Yazının başlığına esin kaynağı olan o bir çift siyah çizme çıkarıldığında fotoğraflara yansıyan, tabanı delik bir çift siyah çorabı terazide tartsak; sağda solda birilerine çakacağım diye çizmeyi aşan, insafını ayaklarının altına alıp avazı çıktığı kadar bağırarak tezvirat yapan bir yığın insan kılıklıdan daha ağır gelir.
O genç adamın kara çorabının deliğinden görülen ayak tabanına derin derin bakıldığında görülecek şey, bu gibi sâfiyane halleri bile esiri oldukları hırsları uğruna kullanmaktan zerre miskal sıkılmayanların vicdanlarındaki ip ilmek tutmaz deliklerdir.
* * * * * * *
Bu faciada, kavrulan yüreklerin zulmetine şavkı vuran, insanlığa dair bir ümit kıvılcımı gibi parlayan bir başka söz.. O sözü ağzıyla değil yüreğiyle söyleyen, yaralı halde kendisini dışarı çıkaranlara “beni bırakın, arkadaşı götürün. Ben bekarım, o evli; hem de hanımı hamile, çocuk bekliyorlar” diyen genç adam.. Senin o insan yüreğinin yanında som altının tenekeden farkı mı var!.
Lakin gerçekçi olmak gerekirse; her yürek o yürek değil ve sosyal fotoğrafımızın her yeri bu kadar yürek ferahlatıcı değil ne yazık ki.
* * * * * * *
Soma’da sıraverdi mezarlara bu elim hadisede kaybedilen canların naaşlarıyla birlikte, aşınıp giden hasletlerimizden de çok şeyi defnettiğimizi düşünüyorum. Onlar mı bize daha çok acıyıp hayıflanmalı, biz mi onlara; emin değilim.. Hepsinin mekanı cennet olsun.. Dileğim o ki; geride kalanların tepişmeleri arasında mütevazi bir hayatı sürdürmeye çalışan Kara Çizmeli Memmedağa‘ların yüreklerinin sâfiyeti hürmetine, Allah bize de basiret versin!..