Sosyal adalet, eşitlik, özgürlük gibi insani kavramlara duyarlı her insan “haksızlıklarla dolu, adaletsiz bir dünyada” yaşadığımıza itiraz edemez. Tüm dünyada, zengin – yoksul, kadın – erkek, siyah – beyaz vb. onlarca çelişkinin yaşandığını bilmeyenimiz yoktur. Bu adaletsizlik sayesinde varlıklarını devam ettirenler bunu sürdürmek için, bunun mağdurları, mazlumları da değiştirmek için direnirler. Yüz yıllar boyu başta İngiltere olmak üzere batılı sömürgeci devletler, dünyanın kendi dışında kalan kısımlarının tüm zenginliklerine el koymuşlar, bu topraklarda yaşayanlara kan kusturmuşlardı. Güney Afrika’da elli yıla yakın siyahların en temel haklarının dahi olmadığı, ikinci sınıf insan yerine koyulduğu ırkçı bir Aparteid rejimi sürdürülmüş, Kızılderililerin, Filistinlilerin toprakları işgal edilmiş en temel hakları olan, yaşam hakları gasp edilmişti. Eğer bugün İngiliz imparatorluğunun sömürge valileri ile yönettiği dünya tarihe karıştıysa, Aparteid rejimi tarihin çöp tenekesine atıldıysa, bu onların gönül bolluğundan değil, orada yaşayan insanların direnmeleri, isyan etmeleri sayesinde gerçekleşmiştir.
Dünyanın çeşitli yerlerinde bunlar olurken, bizim coğrafyamız da bundan fazlasıyla nasibini almıştır. Binlerce yıl aynı toprakları paylaşarak yaşamış insan grupları, küçük azınlıkların iğrenç aç gözlülüğü nedeniyle imha edilmiş, saldırılara uğramış, varlıkları inkar edilerek yok kabul edilmişlerdir. Bu yüz yıllık inkarın, Dersim gibi kitlesel katliamlara uğrayanların bu coğrafyadaki son örneği Kürtlerdir. Tıpkı Güney Afrika’da yaşayan siyahların kendilerini kabul ettirmek için direnmeleri gibi, onlar da benzer bir yol tutmak zorunda bırakılmıştır. İsyanın nedeni de, çözümü de son derece basittir aslında. Her insanın doğuştan kazanmış olması gereken “eşit vatandaşlık hakkı” bu insan grubundan esirgenmiş, varlıkları, dilleri, kültürleri inkar edilmiştir. İnkar edilen, gasp edilen haklar verilecek ve sorun çözülecektir. Bu kadar basittir yani. Bu haktan mahrum bırakılanlar mazlum, bu hakkı gasp edenler ise zalimdir.
Mazlumlar zalimlere karşı ayaklandıklarında ortalığı bir sis tabakası kaplar, bu kadar yalın gerçeğin üzerini örtebilmek için yalan makineleri çalışmaya başlar. Hatta bazen zalimin zalimliği bir kenara itilip, mazlumun isyanındaki “hatalar” konuşulmaya başlar. Mazlumun haklı isyanı yerine, zalimin “neden zalim olduğunu” anlamamız beklenir bizden. Mazlumun da “biraz fazla ileri gittiği” anlatılır. Öyle propaganda araçları devreye girer ki, mazlumların yanında olduklarını açık seçik deklare edenlerin bile kafası karışır, nerede duracağını şaşırır. O şaşırdıkça, zalim ya daha saldırganlaşır, ya da işi yavaştan alıp, haksızlıkların, acıların, ölümlerin devam etmesine göz yumar. Üstelik buna durumu da uygundur, ordusu, polisi, bürokrasisi, yasaları, yayın organları, zenginlikleri vardır zalimin. Bir de mazlumlar cephesinde kafa karışıkları yarattıkça, bazılarını kendi cephesine devşirdikçe, mazlumun işi daha da zorlaşır, acılar, ölümler katlanmaya başlar. Oysa bu durumda da sorun son derece yalındır. Görev, zalime dönüp, “ben mazlumun yanındayım, zalimlikten vazgeçmek istiyorsan bizleri eşit insanlar haline getir, buna uygun adımlar attığında ben yanında olacağım” demektir.
Konuyu son ölüm oruçlarına getirip, birkaç cümle ile bağlamak istiyorum. Kürt sorununu mevcut hükümet yaratmadı, başkalarının yarattığı zalimlik onun önüne kondu, bu doğru. Ama bu hükümet, mazlumun durumunu düzelteceğine, binlercesini daha zindanlara doldurdu. Mazlumun en temel haklarını vermemekte sürekli ayak diredi, mazlumun yanında yer alanları dahi tutuklamaktan çekinmedi. Çaresiz kalanlar çözümü bedenlerini ölüme yatırmakta buldu. Gelinen noktada her şey siyah ve beyaz kadar belirgin hale geldi. Vicdan sahiplerinin görevi, hükümeti anlamaya çalışmak değildir, “amasız, lakinsiz” mazlumların yanında durmaktır. Mazlumlar da bazen zalimlerinkine benzer yöntemler kullanmışlardır ve bu hiç şaşırtıcı değildir. Ama 1972 “Münih Olimpiyat Baskını” Filistin davasının haklılığını ortadan kaldırmamıştır.