Maraş katliamını anmakla, anlamaya çalışmanın apayrı şeyler olduğunu düşünüyorum. Bir şeyi, anmak her zaman onu anladığımız anlamına gelmez. Katliamın niye yapıldığını, hangi politik ihtiyaçların ürünü olduğunu, sanki çıldırmış bir halk hareketine dönüşen bu kışkırtma, nasıl olup ta bu kadar etkili ( ya da başka bir deyişle başarılı) olduğunu sorgulamak gerekir.
Savaş tahlil yapan Clausewit’in: “Savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir” der. Clausewit’in savaşlar için söylediği gerçeklik, katliamlar, yâ da kıyımlar içinde geçerlidir, bu yüzden katliamlarda güdülen bir politikanın hayata geçirilmesidir. Bu politika anlaşılmadan bu kıyımlar anlaşılamaz.
Önce bu katliamın nasıl bir dünyanın nasıl bir Türkiye’sinde sahneye konduğuna bakmak gerekir.
Bu katliamın yaşandığı dönem, soğuk savaş rüzgârlarının estiği, iki kutuplu bir dünyada, 12 Mart Askeri Diktatörlüğünden yeni çıkmakta olan Türkiye’de, emekçi halkın, kendi hakları için birleşip, mücadele etme eğiliminin, her geçen gün yükselmekte olduğu bir dönemdir. Bunun sonucu olarak, 1977 Haziranında yapılan genel seçimlerde, Sosyal Demokrat çizgide olduğunu söyleyen Ecevit’in CHP’si, oyların % 41’in üzerinde bir oy alarak seçimden birinci parti olarak çıkmış; bu başarısını, 1977’nin Aralık ayında yapılan yerel seçimlerde de sürdürmüştür. Bu gelişmeler sonucu, bağımsız milletvekillerin desteğini alarak kurulan, Ecevit hükümeti 1978 yılının ocak ayında güvenoyu alıp işe başlamış.
Ecevit hükümetinin kurulması, ülkemizdeki solun, emekçi hareketinin serpilip gelişmesini daha artırmıştı; bu hem ABD’yi hem de onun yerli işbirlikçileri olan egemen sınıfları endişelendirmeye başlamış, bu güçlerde, ülkedeki solun gelişmesinin önünü kesip, durdurmanın çarelerini aramaya başlamışlar. Halkın kendi talepleri (kendi istemleri) etrafında birleşerek mücadelesini yükseltmeye başlamasının, sonunda nerelere varacağı bilinemeyeceğinden, egemen sınıflar bundan endişelenir, hemen bunu durdurmak isterler; egemen sınıflar, bunu durdurmanın yolunun emekçi halkın birliğinin parçalanmasından, halkın bölünüp, bir birine düşürülmesinden geçtiğini gayet iyi bilirler, bunun nasıl yapılacağı konusunda tecrübelidirler. İşte bunun için, yani yükselmekte olan solun önünün kesilmesi için, Kahramanmaraş’ta alevi Sünni çatışması görüntüsü altında Aleviler kırdırılmıştır. Katliama yol açan politika budur.
Sözün geldiği bu noktada, Sosyal Demokratların eleştirisi yâda bu konudaki sorumlulukları; özelliklede, bu katliamdan sonra gösterdikleri yanlış tutumlar, örneğin dönemin içişleri bakanının bunu aşırı sol örgütler yaptı demesi, içişleri bakanlığınca yaptırılan araştırma raporunun bile açıklanmaması, Ecevit’in edindiği, elindeki bilgileri kamuoyuyla paylaşmaması gibi eleştiri noktaları konumuz dışı olduğu için üzerinde durulmaması ama unutulmaması gereken bir konu.
Şimdi, katliamlara yol açan bu politikanın nasıl bir politika olduğuna, bu politikayı önerenlerin, bu konuda neler dediğine, bunu inceleyenlerin bu konudaki görüşlerine kısaca bakalım; sonrada bunun nasıl sahneye konduğunu, Maraş’ta niye bu kadar etkili olduğunu incelemeye çalışalım.
“Ezilenlerin Pedagojisi” adlı kitabında, bu politikayı inceleyen, Paulo Freire şöyle diyor: “Ezen azınlık bir çoğunluğa boyun eğdirdiği ve egemen olduğundan, iktidarda kalmak için çoğunluğu bölmek ve bölünmüş halde tutmak zorundadır. Azınlık kendine halkın birliğini hoşgörüme lüksünü tanıyamaz; çünkü bu, hiç kuşku yok ki hegemonyasına ciddi bir tehdit demek olurdu. Dolayısıyla, ezenler, ezilenlerde biraz olsun birleşme ihtiyacı uyandırabilecek her tür eylemi tüm araçlarla (şiddet dâhil) önlerler. Birlik, örgütlenme ve mücadele gibi kavramlar derhal tehlikeli olarak damgalanır…”
Çok eskilerden beri uygulana geldiği bilinen, bu kötü politikanın asıl mimarı ise, bir anlamda bu politikayla özleşmiş olan ünlü İtalyan devlet adamı Machiavvelli dir. Machiavvelli, “Hükümdar adlı kitabında, devleti yöneteceklere öğütler verirken, şöyle tembihler ediyor: “Atalarımız, özelliklede onların akıllı olanları, ağız birliğiyle, Pistolia’yı parti kavgaları ile Pisa’yı kalelerle tutmak gerektiğini söylerlerdi. Bazı kentleri kolaylıkla elde tutabilmek için halk içinde bölücülüğü körüklerlerdi. İtalya’nın az çok denge içinde olduğu bir dönemde, bu yöntem iyi olabilirdi.
Bizim yakın tarihimizde bu politikanın uygulandı bir yerde, 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Madımak katliamıdır. Maraş Katliamıyla, 2 Temmuz Sivas katliamın ortak noktası, ikisinin de bir askeri diktatörlükten sonra, gelişmekte olan solun, kendi sorunları için birleşip mücadele eden emekçi hareketinin birliğini parçalayıp, önünün kesilmesi için, ülkede mezhep çatışması yaratılması ihtiyacından doğmuş olmalarıdır.
Özetle bu politikanın, Maraş’ta nasıl sahneye konduğuna, yanı Alevilerin kışkırtılan Sünnilere nasıl kırdırılıp, kırımdan kurtulanların nasıl Maraş’tan sürüldüğüne, öz olarak söylersek, bu politikanın Maraş’ta neden, nasıl bu kadar etkili olduğunun altını çizmek gerekir.
Ne hazindir ki bu katliamda, hem planlı bir provokasyon örgütlenmesi vardır, hem de buna halkın bir katılımı vardır. Acı olanda budur; yanı bu provokasyonun başarıya ulaşarak bir halk hareketine dönüşmüş olmasıdır.
Bu katliam, adeta bir halk hareketi şekline dönüşerek yapılıyor; buna kadınlar katılıyor, komşuları saldırganların önüne geçip Alevi komşularının evlerini gösteriyorlar. Kızılbaş’ın evini yakan saldırganlara kadınlar, kaz doldurup bidonlar vererek yardım ediyorlar. Daha fazlasına söz yetmiyor, ama asıl söz.
Yunus Emre’nin yüz yıllarca önce, “72 millete bir nazarla bakmayan / halka müderris ise, hakikatte asidir” diye dile getirdiği gerçekliğidir.
Bu gerçekle “İbreti Emelim insana hizmet / Eşim bana huri evimde cennet. / Cahil cühelaya edemem minnet / Bütün zincirleri kırdım da geldim” diyen İbretinin sözleri de sözün bittiği noktadır.