Sunulan ve zamanla bizimde ihtiyaç bellediğimiz sentetik ve sanal ortamların esiri oluyoruz fark etmeden… Öykünmelerimiz, beğenilerimiz, ihtiraslarımız ihtiyaçlarımızın önüne geçiyor. Ve gerçekte neye ihtiyaç duyduğumuzu unutmaya başlıyoruz. Fütursuz ve sınırsız tüketme hırsı gerçekliğimiz oluyor. Tükettikçe sahip oluyoruz… Sahiplenmelerimiz arttıkça korkularımızın esaretine giriyoruz. Korktukça saldırganlaşıyoruz; çevreye saldırıyoruz, kadına saldırıyoruz, çocuklara saldırıyoruz, ötekine-berikine saldırıyoruz. “Her şey bana karşı, herkes benimle acımasız rekabet halinde…” ruhiyatıyla vandallaşıyoruz, gaddarlaşıyoruz, zorbalaşıyoruz… Bunun içindir “şehirli beyefendi”lerin yerini şehir zorbalarının alışı…
Onun içindir ki, fırsat buldukça, atarım kendimi doğanın kucağına… Doğa huzur verir bana, insanlığımı hatırlatır; şehirli vahşiliğimizi unutturur… Oysa ne derler insan eli değmemiş doğaya: Vahşi Doğa (!)… Hadiyin canım siz de vahşilik doğada değil, ona dahi sahip olma hırsıyla yanıp tutuşan bizlerde, insanda… Doğada her şey ürkektir belki, ama, bir o kadar da özgür. Orada bir ceylan bir kurdun saldırısına gücenmez, bir kurt günlerce aç kaldığı için isyan edip bir diğerini suçlamaz… Güzelleşmek için onca eziyete katlanan renga renk bir kelebek, bir haftalık ömrü için yaradana isyan etmez…
Doğada her şey üretkendir ve bunun için özgürdür. Üretkendir çünkü birisinin varlığı veya yok oluşu bir diğerinin varoluş nedenidir. Özgürlüğün bedeli ise hayatta kalma mücadelesidir. Bu mücadelede hiçbir mahlûkat hırslanmaz, kinlenmez, zorbalaşmaz, alçalmaz, kullaşmaz, kahırlaşmaz, düşmanlar ve düşmanlıklar yaratmaz… Umutsuzluğa da düşmez…
……….
O zamanlar, çok uzaklara gitmemiz için annem yılanlarla korkuturdu bizi. Hâlbuki ormanda hiç yılana rastlamamıştım. Yılanlara da, insanlardan uzak durmaları tembihlendiği için olsa gerek… O zamanlar nüfusa yetiyordu galiba ekili dikili topraklar. Köyün engebeli arazileri kayın, meşe, gürgen, yeykin (kızılağaç) ağaçları ile kaplı ormanlıklardı. Çocukluk merak da demektir ya, yaş yaş büyüdükçe merak uzaklara, yasaklara değin uzanır ya… Bizde fırsat buldukça fındık bahçesinin bitişiğindeki ormana kaçardık. Orman dediğin öyle fillerde görüldüğü gibi sıra sıra ağaçların olduğu bir yer değildir. Ağaçların aralarında melocan dikenler, sık avu ağaçları (şehirliler orman gülü diyor), dağ çileği çalıları (literatürde maviyemiş) yol vermez şekilde yayılırlardı.
Köylüler melocan dikeninin bahar aylarındaki yumuşak sürgünlerinden soğanlı kavurma yaparlardı. Dağ çileğinden süpürge yapılır, fındık harmanında kullanırlardı. Kara avu ağaççıkları ise hem esnek hemde çok sağlam olduğu için mısır koçanı dövme çiti yaparlardı veya mısır koçanlarını saklamak için ı kışın saklamak . Evet ormanlar varken bunlar, 30-40 yıl önce yapılırdı, şimdi melocan kavurmasını ara ki bulasın… Süpürgelerinin yerini plastik süpürgeler aldı. Mısır tarlası kalmadığından zaten mısır koçanı dövmek için çit yapmaya da koçanları kuru olarak saklamak için çitten yapılmış depolara da ihtiyaç kalmadı.
Neyse, ormanda köylülerin gide gele açtığı, ağaççıkların ve dikenlerin hücumuna uğrayan patikadan kollarımızı çizilerek, yüzümüzü koruyarak ilerliyoruz. Ağaçların arasından, kendilerini göremediğimiz bülbül ssleri geliyor. Daha derinlerde, dik bir yamacın altından akan derenin sesi… Hafif bir esintinin dışında bizim çocuk sesimizden başkaca yabancı ses yok. Boyu 8-10 metreyi bulan dümdüz göğe uzanan kayın ağaçlarının tepesi bazen hızlanan rüzgarla sallandıkça, güneş ışınları, yaprakların arasından doğruca gözümüze saplanıyor. Ormanın derinliklerine daldıkça endişemizde, heyecanımızda artıyor. Endişemiz kaybolmaktan, bir çakal veya yılana rastlamaktan kaynaklanıyor. Yılanların genellikle güneşlenmek için meydan yerlere çıktığını, çakallarında avlanmak dışında inlerinden çıkmadığını çok sonraları öğrenecektim. Ama vara vara beyaz topraklı bir uçurumun başına varmıştık. Aşağıda köylülerin Kzılçukur dediği dayımlara ait fındık bahçesi uzanıyordu. Daha ileride bir sırta kurulu Ulubey’in bir yol boyunca uzanan sıvasız evleri… Sol tarafımızda ise eski Ulubey mezbahasından itibaren fındıklık yamaçlarından sızan suları toplaya toplaya Aytepe dağının (köylüler yörede ormanlara dağ derlerdi) eteklerinde dereye dönüşen pamukço deresi. Dereyi göremiyoruz ama cılız havzasının etrafındaki yeykin (kızılağaç) ve çaltı (akasya) ağaçlarından yerini fındıklıkların arasından ayırt edebiliyoruz. Daha ileride Ordu yolu üzerindeki, tepenin yarı belinden yarılmış taş ocağını ve bir huniyi andıran Şayip tepesinin yarı belinden yukarısını görüyoruz.
Tabii ormanda ikinci bir endişemiz daha var, evde endişelenen annelerimizde yiyeceğimiz fiskeler… Dönüp tekrar ormana giriyoruz. Artık yönümüzü bildiğimiz için dönüş yolunu değiştiriyoruz. Dikenlere dikkat ederek avu çalılarının altından dolanarak, daha düz yerlerdeki ağaçların kesilmekten dolayı meydan oluşan bir yere geliyoruz. Kesilen kayın ağaçlarının dibinden, hemen üç dört yeni filiz uç verir genellikle… Bu kayın ağaçlarını düz olduğu için balta sapı olarak veya yakacak olarak kullanılırdı. Bu yükseltiden, köyden komşumuz (şimdi rahmetli olan) Ali Dayı’nın evinin yanından, kayınların yapraklarını aralayarak, inek çanı ve sesleri geliyordu. Bu seslerle özgüvenimiz daha da artmıştı. Ormanın içindeki meydanlık alan güneş aldığından Temmuz ayının yakıcılığını hissediyorduk.
Yola devam ediyoruz. Orman aşağıdaki dereye doğru tekrar dik bir meyil veriyor. Artık normal yoldan ayrıldığımız için ayaklarımızın altındaki kuru gazellerin (kuru yaprak) sesleri orman seslerine karışıyordu. Meyilli arazide ilerlerken en büyük denge kaynağımız avu ağaçlarına tutunmaktı. Gazellerin arasına gizlenmiş köklerini göremediğimizden bazen kökleri zayıf olan avu ağaçları bizi aldatıyor, düşe kalka, tutuna tuna ilerliyorduk. Birden ben dengemi kaybettim. Tutunduğum avu çalısı kökünden söküldü, ayaklarımın altındaki gazeller kaydı. Kıç üstü dereye doğru hızla kaymaya başladım. Gözümü kestirdiğim çalılara tutunmaya çalışsam da hızım, çocuk ellerimin sarıldığı dalların avuçlarımın arasından sıyrılmasına neden oluyordu. Artık tek korkum önüme çıkacak bir ağaca çarpmaktı. Son hatırladığım bir kestane ağacını teğet geçmek oldu. Artık derenin kenarındaydım. Kalktım kendimi yokladım. Yukarıda kalan bizimkilere seslendim. İlk şoku atlatan kardeşim ve amcaoğlu katıla katıla gülüyorlardı. Onlar çaprazlama, bende dere boyu yukarıya doğru tırmanarak bize ait olan fındık bahçesinin yarı bataklık kenarında buluştuk.
Evde mi ne oldu? Ormanda (ormanın bir bölümü bizimdi) kaçak ağaç kesen var mı diye kontrole gittiğimizi söyledik, aferin aldık…
………
Bunlar nereden mi aklıma geldi? Bugün 123 Nisan Çocuk bayramı ya, çocukluğuma gidip bayramımı kutlamak istedim. 23 Nisan 2014
Not: Bu orman ve köydeki birçok orman, köyden “tapu geçince” devlete kaldı. Hatta orman kenarındaki birçok fındık bahçeleri de orman arazisi diye tapusu verilmedi. Köyün hemen hepsi Orman İdaresi ile mahkemelik oldu. Kazanan var kaybeden var. Ama resmi tapunun yanında köylünün de kendi içinde bir “tapu” anlayışı var. Eskisi gibi herkes kendi diktiği bahçelerin fındığını topluyor. Kimse kimsenin fındıklığına, burası devletin malı, diyerek tecavüz etmiyor. Devlette ilişmiyor. Lakin bu tapusuz fındık bahçelerine de doğrudan gelir desteği verilmiyor.