Yaşı bir asırdan aşkındı. Yılların yağmuru ve karı onu yıldıramamıştı. Geniş yaprakları fırtınaya karşı zayıf noktasıydı. Hayat ağacı adını verdiğimiz, incir ağacına o kadar alışmıştık ki, hayat ağacının altındayım, hayat ağacının yanına sepeti bıraktım. Yine kesici aletlerimizi ağacın dibine bırakırdık. Diye onunla özdeşleşmiştik.
O zamanlar sepeti, kazma, kürek ve baltayı mereğe götürmezdik. Çünkü, sabahtan yine bahçeye inecektik. İnerken hayat ağacının dibinden malzemesini alan giderdi. Meyve zamanı, okuldan geldiğimizde önce hayat ağacının dibine gider, meyve yemeden eve girmezdik.
Hayat ağacımızın gözüne bakardık. Dibine su akıtır, gübresini verirdik. Babam onu içten ayıklardı. Dibini beller ve ot bitmesini engellerdi. Zaten ağaç, çevresinde ot bitirmezdi.
Meyvesini toplamayla sonunu getiremezdik. Çok büyük devasa bir ağaçtı. İlk defa görenler, bu kadar büyük ağaç ile ilk defa karşılaştık diyorlardı. Pazara sepet dolusu incir taşırdık. Güneş ışınlarını da tam karşıdan aldığı için lezzetine diyecek yoktu.
Yalnız benim diyen ondan meyve toplayamazdı. Gerçekten korkunç büyüklükteydi. Israrla çıkmak isteyenlere bazen engel olamadığımızda bizden günah gitti diyorduk. Köy yerinde, seni evine bile götüremeyiz derdik. Buna rağmen bir arkadaş ağaca çıktı. Dertsiz başını derde soktu, düştü kolunu ve ayağını kırdı. Yakınları aldı götürdüler.
Biz çekirdekten yetişme, ağaçtan hiç inmezdik. İnciri sepet hesabı toplardık, kolay değil. Hafta içi topladığımız meyveyi yol kenarında satardık. Gelen geçen alırdı. Tadımlık dahi olsa alırlar böyle lezzet tatmadık diyorlardı. Topladığımız meyveden öğretmen arkadaşlara da götürürdük. Gezmeye gelenlere de ikram ederdik.
Pazarda meyveyi babaanneme sattırırdık. Onun zamanında okuldan çıktığımızda gider sepetleri alırdık. Sattığımız meyve bir haftalık ihtiyacımızı karşılardı. Pazarda meyvemizi el üstünde tutarlardı.
Yıllar geçti ve göreve başladık. Görev süresince hayat ağacımız da evimize direk olmaya devam ediyordu. Kardeşim ilgilenmeye başladı. Fakat hayat ağacımız iyice yaşlanmıştı. Nasıl anlıyoruz, dalları kendiliğinden kırılıyordu. Babam, çocuklar bilemez de çıkarlar diye korkuyordu. Onun için bazı çatlamış dallarını kesmişti.
Bir sonbahar günü, rüzgâr öğleye kadar normaldi. Öğleden sonra ise, fırtınaya dönüştü. Hiç durmadan dalgalar gibi ağaca çarpıyordu. Fırtınanın saldırısı akşama kadar devam etti. Sağlı sollu, sersemleyen hayat ağacımıza hiçbir şekilde yardım edemiyoruz çünkü dışarı çıkamıyoruz. Fırtına önüne kattığını dereye uçuruyordu.
Babam, ağaç gidiyor diye bağırdığında, bizde yıkıldık. Çıkmayan canda ümit var misali o güçlü ağacı koparamaz dedik ama koca ağaç yan yattı. Babam, önümüz açıldı dedi. Anlıyorum o laf teselliydi. O kadar üzüldük ki, yanına gidemedik.
Sabah, babam yanına iki kişi aldı ve ağacı parçaladılar. Geriye bıraktığı alanı eştiler ve kökleri temizlediler. Hayat ağacımızın yerinde tam bir meydan açılmıştı. Akşam babam yemekte, açılan bu yerde ne yapılır diye sordu. Hepimiz bir ağızdan, “Sebze yetiştirilir.” Dedik. İncirin satışını babaannem yapardı. Onun hatırına incirin yerini sebzelik yaptık. Sebzeliğin adını da “Babaanne sebzeliği” koyduk.
Babam, kış sebzesi dikti. “Yetişen sebzeleri satarız.” Dedi.
Hayat ağacı, yerini bahçe kenarında iki tane incir fidanına bırakmıştı. Kardeşim, hayat ağacını hiçbir ağaç tutmaz, ümit etmeyin dedi.
Babam, hayat ağacının odununu isteyene dağıttı.