Sülman Dayı’ya ben yetişemedim. Ağabeylerim; mahallenin küçüklerini arkasına nasıl toplayıp, yokuşun aşağısında bulunan küçücük bahçesine götürdüğünü, dere kenarındaki söğüt ağaçlarından her çocuğa sabırla düdükler yaptığını anlatırlarken merakım kamçılanır, onu tanımak için dünyaya neden birkaç yıl daha erken gelmediğime hayıflanırdım.
Söğüdün belli mevsimlerde kabuğu özünden kolayca ayrılır. Çocuklar bu mevsime rastlayan günlerde ince dallardan düdük, borazan gibi oyuncaklar yaparlardı. Bu yüzden söğüt sadece türkülerde değil küçüklerin oyuncak anılarında da önemli bir yer tutar. Benim de öyle… Bu yüzden olacak söğütle ilgili bir türkü duyduğumda hatıralarımın en uzak köşelerinden düdük ve Sülman Dayı geliverir bugünlere. Hele de “Söğüdün yaprağı narindir narin” türküsü; beni Sülman Dayı’ya götürürken onun hazin hikâyesini de çocukluğumla birlikte alıp bana getirir.
Çocukları seven insanlar, bunu kendi bedenlerinde de çocuk olarak yaşayan kişilerdir. Çocuk ruhuyla yaşlanmak ve o ruhla ölmek insan için ne kadar elzemdir oysa. Hâlbuki bizler çeşitli tecrübe ve badirelerden sonra yaralanmış ruhlarımızla uzaklaşırız çocukluğumuzdan. Tecrübe denilen şey, olgunlaştırırken çocukluğumuzu da koparır gider benliğimizden…
Sülman Dayı’ya babası, Emine’yi görkemli bir düğünle, çifte davul çaldırıp, köçekler oynatarak almıştı. Ufak tefek bir kadın olan Emine, Sülman’ı çok sever, sayar üzerine titrerdi. Ölümünden yıllar sonra bile – özellikle bayram günlerinde – kocası anıldığında masmavi gözlerinden yaşlar boşanıverirdi. İki damla.. Hemen kuruyuveren… Billur gibi, turnagözünden akar gibi iki damla yaş…
Sülman Dayı’nın beş oğlu, bir de her kız gibi babasına oldukça düşkün Zühre’si vardı. Babası da kızına düşkündü. Beş oğlan bir yana kızı bir yanaydı. Nereye gitse bostana harmana, Zühre hep yanında…
Bir gün harmandalar. Ağustosun en sıcak günleri… Hayvanlar çatlayacak gibiydi, biraz ara verdiler. Asırlık meşe ağacının altına uzanan Sülman Dayı bağırdı “Kızım Zühre, başımın altına yumuşak bir taş bul, getir, uyuyacağım biraz…” Zühre bu işe bir anlam veremedi. “Baba taşın yumuşağı mı olur; adı üstünde taş işte.” Sülman Dayı gülerek “Elbette olmaz kızım. Şunu demeye getirdim: O kadar yorulmuşum ki en sert taşlar bile başımın altına yastık gibi gelir artık.” Gülüştüler…
İkinci oğlunu evlendireceği zaman “Karı, Mustafa’nın artık yaşı geldi. Gerçi daha askere de gitmedi ama sor bakalım gönlünde biri var mı? Varsa baş göz ederiz. Kendi askerdeyken gelin, tarlada, bahçede, bağda bize yardım eder, Mustafa’nın eksiğini kapatır.
Sordular. Mustafa, Sadıkların Ayşe’yi istiyordu. İstediler. Biraz nazdan sonra Ayşe’yi Mustafa’ya verdiler. Mustafa’nın arık, çelimsiz, ufak tefek yapısına karşılık Ayşe’nin boyu-bosu, saçı-başı, alımı-çalımı mükemmeldi. Mustafa Ayşe’yi çok sevdi. Evlendiler. Ayşe de Mustafa’yı sevmişti. Ama Mustafa’nın aşkı bambaşkaydı. Her lafın başında Ayşe’sini anmadan edemiyordu.
Aradan 10 gün geçmişti ki yeni gelin hastalandı. Bir karın ağrısı bir ateş… Kıvranıyordu. Ramazan gelmişti. Sahura kalkılıyordu. Ayşe’nin hastalığına sabah bakılacaktı artık. Ağabeylerinden traktör ayarladı Sülman Dayı. Sahurdan sonra Adana’ya gidilecek, Ayşe doktora gösterilecekti.
Ağustos ayıydı. Emine Karı kuskus aşı pişirmişti. Sülman dayı, Yarın Adana’da çok acıkmayayım diye çokça kaşıklamıştı kuskus aşını. Emine Karı da “Ye adam ye, günler uzun, acıkırsın sonra” diyerek hoşafla birlikte kuskusu bolca sürdü Sülman Dayı’nın önüne…
Sahurdan sonra römorka yatak konuldu. Sülman Dayı geliniyle yola koyuldu. Adana elli kilometre ötedeydi. zamanın şartlarında traktörle de olsa gidiş geliş bir günlük yoldu. Mustafa köyde kalıp işlere bakacaktı. Köy işlerinin de aksamaması lazımdı. Çifte-çubuğa, ekine-bostana koşturacak insana ihtiyaç vardı. Yaz mevsimiydi ve işler çok yoğundu. Mustafa bu yüzden köyde kaldı. Hem Mustafa doktor işlerini beceremezdi. Sülman Dayı’nın tanıdığı doktor vardı, ona götürecekti.
Bahri Bey Adana’nın tanınmış birkaç doktorundan biriydi. Sülman Dayı’nın Ağabeyi Necip Ağa’nın arkadaşıydı. Yazları eşini de alıp birkaç günlüğüne Çelemli’ye gelirdi. Giderken cipin arkasına ağzı lehimli büyük teneke peynir, bal, pekmez, un, bulgur konularak yolcu edilirdi. Bahri Bey, belki para da almayacaktı Sülman Dayıdan.
Öğleden sonra iki çocuk bağırarak Sülman Dayıların avluya girdiler “Ölmüş, hasta ölmüş! Sabah şehre giden hasta ölmüş”. Ailede görülmemiş bir telaş başladı. Herkes bir yana koşuyor, niye koştuğunu bilmiyordu. Kısa zamanda komşular Sülmanlarda toplandı. Mustafa tarladan çağırıldı. Ellerini başının arasına almış çocuk gibi ağlıyordu “Gitti Ayşe gitti! Onsuz nasıl yaşarım ben? Ben Ayşe’mi istiyorum. Ne olur öldü demeyin bana!”
Az sonra köyden iki adam geldi “Biz de Adana’daydık bugün. Ölen Ayşe değil, Sülmandı” dediler. Mustafa gayri ihtiyari bağırdı “Hele öyle deyin yahu!” Babasına da üzülüyordu tabi ama Ayşe’sinin yaşadığını öğrenmek yüreğine su serpmişti biraz olsun. Bu sefer gözyaşları yön değiştirip Sülman Dayı için akmaya başladı. Feryatlar göğe yükseldi. Özellikle kızı Zühre’yle en küçük oğlu Ömer kendilerini yerden yere atıyorlardı.
“Yarın Adana’da çok acıkmayayım” diyerek yediği kuskus pilavı sıcak ağustos gününde Sülman Dayı’yı sıkıştırmış, zavallı da kalbine yenik düşmüştü. Sabah gelini için hazırladığı römorktaki yatağa bu sefer kendi sessizce uzanıvermişti. Gelişi çok acıklı oldu. da gençti. Yaşı ancak kırkın biraz üzerindeydi. Ağıtlar yakıldı. Yıllarca dillerde ağıdı söylenegeldi.
“Çokça kaşıkladım kuskus aşını
Sadık’la Sadiye yedi başımı
Görmemiştim daha kırk beş yaşını
Kaderim böyleymiş neylerim dostlar
Kızıma nasihat olsun sözlerim
Söğütlüde kaldı ayak izlerim
Kırk günden beri de yolun gözlerim
Kaderim böyleymiş neyleyim dostlar”
Ali Ayaz, 2 Ocak 2019 Çarşamba, Adana