Adnan, Bozova’ya tayini çıktığında, İlçenin yerini haritada zor buldu. Boz höyük’le karıştıranlar oldu. Neyse ki kısa bir araştırmadan sonra konumu bulundu. Urfa’nın 6 bin nüfuslu bir ilçesiymiş. Yerini ve ismini birkaç kişinin biliyor olmasına bile sevindi. Urfa’ya kadar yolculuk, yöre türkücülerinin kasetlerini dinlemekle geçti. Müzikleri şoförle muavin ayarlıyordu. İkisi de arabesk sevdiği için aralarında tartışma çıkmıyordu. Basit düşünüp, basit yaşamanın insanı yormayacağını keşfetmek Adnan için zor olmadı. Bu yüzden zaman zaman müziğe de eşlik ettiğini fark etti.
Bozova, Urfa’ya 30 km. kadardı. Hemen sevinmese iyi olacaktı, eski burunlu minibüslerle ve yaşlı şoförlerle yolculuğun her an maceraya dönüşme potansiyeli yüksekti. Bu gidişle en iyimser tahminle bir buçuk saatte varacaklardı ilçeye.
Minibüs garajından çıkışı bile yarım saat gecikmeli oldu. Yaşlı şoför, muavinin dediğinin tersini yapmakla sorumlu addediyordu kendini. Öyle ki genç muavinin ‘’Çıkalım usta, yolda doldururuz’’ Sözlü ısrarlarına karşılık akraba oldukları anlaşılan inat şoför ‘’ Yolda yolcu bulamazsak parasını verecek misin’’diyordu.
Sanki her seferde doldurma garantili çalışıyordu. Adnan’ın kafası karışmıştı ‘’Bulamadıklarının parası nasıl oluyordu?’’ Sıcak bir yana; yolcuların terli vücutları, orta boşluğa konulmuş sebze ve meyvelerin keskin aroması, havanın nemli küf kokusunu daha da ağırlaştırıyordu.
Garajdan çıkarken yüksek sesle konuşan müşterilerin seslerini bastırırcasına konuşan şoförün anlaşılmaz Türkçesi, yol boyu çekilecek işkencenin habercisi gibiydi.
Az sonra yağmur yağar gibi, camın önünden sular süzülmeye başladı.
Muavin güya yolcuları sakinleştiriyordu ‘’Merak etmeyin. Üst bagajda keçi var. Hayvan işemesin mi?’’ Etraflarında üzüm bağları, el ile yolunacak kadar zayıf buğdayları, tatlı bayırların arasında küçücük pencereli toprak evleri ile Bozova göründü. Yol boyu kebapçı, fırıncı, berber, terzi gibi küçük dükkânların iki taraflı sıralandığı yüz elli metre uzunluğundaki mütevazı çarşısı…
Büyük şehirlerde eğitim görmüş, sosyal çevrelerde büyümüş Adnan, buralarda nasıl vakit geçirebileceğini düşündü. Okulu, arkadaşları göz önüne geldi. Neyse ki mesleğini seviyordu. Yarın okula başlayacak, öğrencilerine kavuşacaktı. Öğrenci nerede olursa olsun aynıydı.
O gece, gündüz okul müdürünce tanıştırıldığı bir ilkokul müdürünün evine misafir oldu. Adam konuştukça buraların ne kadar ihmal edildiği ortaya çıkıyordu. Çiğ köfteler yenildi, demli çaylar içilirken müdür fotoğraf albümü getirtti. ‘’Hocam, bu Fato’nun nişanlısı’’dedi. Fotoğraftakiler bacak kadar iki çocuk.
Biri kız biri oğlan.’’Hocam şaka mı yapıyorsunuz’’dedi Adnan. ‘’Çocuk bunlar daha’’.Olsun’’ dedi müdür.’’Bu çocuk kardeşimin oğludur. Adı Ahmet! Onunla Fato’yu beşik kertmesi yapmışım. Töre böyle, vazgeçemeyiz! Hem aile büyüğümüz babam böyle istedi’’.
O gece töreden, gelenek göreneklerden konuşuldu. Adnan, Mehmet Müdür’ü dozunu kaçırmadan eleştirdi. Beşik kertmesinin ilkel bir uygulama olduğunu anlattı.
Birkaç gün içinde kendisi gibi sürgün edilen dört öğretmenle birlikte bir bekâr evine yerleştiler. Taş duvarlarla çevrili toprak damlı, küçük bahçeli bu evde ne kadar kalacaklarını bilmiyorlardı.
Adnan bu küçücük kasabada nasıl vakit geçireceğini bilemiyor, tahmin de edemiyordu. Geceleri Matematik öğretmeni Şükrü Bey eve arkadaşlarını getiriyor, poker oynuyorlardı. Evin- iki üç akşamda bir- müdavimleri Reisin şoförü Fadlı, Zabıta Memuru Abdo, Kahveci Takoz Emmi gibi namlı pokercilerdi.
Bazen bu oyular sabaha kadar sürüyordu. Adnan’la Necati Bey ise namaz kılıyorlardı. Çevreye alışıncaya kadar bu böyle gitti.
Artık en büyük eğlenceleri okuldan eve gelince şehir dışına doğru kısa bir gezintiyle, akşam yenilecek yemeğin seçimi ile çarşıdan alınan malzemesinin teminiydi.
Hafta sonları Urfa’ya gidilen hamam sefası ile orada yenilen yöresel yemekler de bir haftalık avuntularının tuzu biberi oluyordu.
Bir gün bakkal komşularının ısrarıyla onun uzaktan tanıdığı Urfa’da bir şeyhin misafiri olmaya ikna oldular. Adnan şeyhin bir gece misafiri olmakla can sıkıntılarını biraz olsun hafifletebilmeyi düşünüyordu.
Adnan’la Necati Bey, yanlarında kılavuzları Bakkal Mehmet Ali ile birlikte bir ikindi vakti Urfa’da şeyhin Balıklı Göl semtindeki malikânesine gittiler.
Yol boyunca uzanan taş duvarların ortasında kemer tokasını andıran küçük bir kapıdan geçilince genişçe bir avluya çıkılıyordu. İçeride feraceli kadınlar, sakallı her yaşta adamlar, bazılarının yanlarında çocukları da vardı.
Konuşmalarından şeyhin hastalara şifa dağıtma gibi bir özelliğinin de olduğu anlaşılıyordu. Adnan biraz tedirgindi. Şeyhle tanıştırılınca içindeki tedirginliğin yerini yumuşak bir merhamet hissi ile dolu huzur kapladı. Şeyh, seksen yaşlarında pembe yüzlü, bakımlı, beyaz sakallı bir sofiydi. Elleri bembeyazdı. Belli ki ağır işlerde çalışmamıştı.
Devamlı tefekkür halinde tatlı bir gülümsemeyle karşılıyordu misafirlerini. Kalınca bir minderin üzerinde oturuyor, hâkimlerin kürsüden sanıklara baktığı gibi her şeyi, herkesi süzüyordu. Akşam yemeğinden sonra Necati Bey’le Adnan’a özel misafir oldukları için Şeyhin “İkramda bulunalım misafirlere” şeklinde yumuşak, kibar emirleriyle koşuşturuldu.
Zayıf, dergâha çile çekmeye gelip hizmet eden bir mürit tabağa iki greyfurt koyarak geldi. “Suyunu sıkın!”emrine, Adnan, kibarca ”Şeyhim, greyfurdu biz portakal gibi kabuklarını soyarak da yiyoruz” deyince “Haydi bakalım, hocamın dediği gibi yapalım” diyerek misafirlere hürmetin inceliklerini de gösterdi.
Şeyh izin isteyip çekilince Bakkal Mehmet Ali, Necati Hoca ve Adnan da erken yatmak için hazırlandılar. Büyükçe sayılabilecek bu odada 7-8 de mürit vardı. Herkese beyaz çarşaflı sabun kokulu, temiz yataklar serildi. Sakin bir geceydi.
Yalnız Necati Bey’in tedirginliği geçmemişti ” Adnan Bey, ben yabancı yerde yatmaya alışkın değilim. Bir de dergâh olunca…” Adnan daha rahat biriydi, “Hocam benim için değişmez, neresi olursa olsun, kafayı yastığa koydum mu uyurum. Sıkıntı olmaz”. Uymuştu ama dediği gibi olmadı. Yerini o da yadırgadığından birkaç defa uyandı. Sofiler, başlarının üstüne yorganlarını almışlar virt çekiyorlardı. Gözleriyle tavanın enini boyunu ölçtü. Tekrar daldı… Aradan ne kadar geçmişti bilmiyordu.
Necati Bey’in dürtmesiyle uyandı “Adnan Bey Adnan Bey! Kalk, çabuk ol, karşıya bak! Adnan üzerinden mahmurluğu atamamıştı. Bir gözü açık diğeri kapalı “Ne var, ne oluyor” dedi. Necati Bey yatağın içinde oturur vaziyette, gözleri yuvalarından fırlamış bir şekilde karşı duvarı gösteriyordu. Adnan da o tarafa baktı.
Duvardaki boydan boya perde kıpırdıyor, dalgalanıyordu. Ortasındaki şişkinlik hareketleniyor, sanki içinden bir şey çıkacak gibi dalgalanıyordu. Derken ortası aralandı, içinden çıkan beyaz bir hayalet üzerlerine doğru aktı. Necati Bey, yatağın içinden kuvvetlice sıkılmış bir zeytin çekirdeği gibi fırlayarak karşı duvara yapıştı. Adnan sakindi. Üzerine gelen nesneyi ellerini başına siper ederek tuttu.
Şeyhin evinde misafir olup keramet bekledikleri için üzerlerine gelen bu beyaz karaltıdan ürkmüşlerdi. Adnan baktı, gülmeye başladı. Bu nesne beyaz bir sünger yataktı. Duvarın içine oyulmuş nişlere beyaz, kılıf geçirilmemiş yataklar ardı arda konulmuş, misafir geldikçe öndekilerden çıkarılmıştı. Yataklar görünmesin diye de baştanbaşa perde çekilmişti.
İşte Adnan’la Necati Bey’in üzerine gece abanan yaratık(!) da bunlardan biriydi.”Uçan halıyı masallarda duymuştuk ama uçan yatağa rast gelmemiştik” dedi Adnan. Birbirine bakarak gülüşüyorlar, şeyhin dergâhında neredeyse bir keramete şahit olacaklarını düşündükçe de başlarını iki yana sallıyorlardı… Adnan kahkahalar atarken “Dostum ‘Şeyh uçmaz, mürit uçurur’ derler ama neredeyse bu sefer şeyh de uçuracaktı”…
Ali Ayaz,
14 Kasım Salı, 2017,
Adana