Türkiye’de 1961 Anayayası’nın getirdiği siyasal yapı, hak ve özgürlükler kısa zamanda ekonomik ve toplumsal hareketliliği, kırsal kesimden kentlere göçü, sanat ve kültür etkinliklerini, toplumsal uyanışı, bilinçlenmeyi hızlandırdı. Milli gelirden daha fazla pay almak isteyen işçi, köylü, esnaf, memur gibi farklı toplumsal kesimler hızla örgütlendi ve sendika, dernek, meslek odası vb. kuruluşlar güçlendi. Doğaldır ki tarih boyunca tüm toplumlarda olduğu gibi ülkemizde de aydınlar, sanatçılar, öğrenciler, işçiler 1960’lı yıllardaki bu toplumsal ve siyasal gelişmelerin ilk öncüleri oldular. Ancak bu gelişmeler sonucunda çıkarları zedelenen kesimler ve siyasal iktidarlar hemen karşı önlemler almaya, karşı örgütlenmeler oluşturmaya başladılar. “Anarşi” olarak adlandırılan ortam, karşıt görüşteki gençlerin çatışması, çatıştırılması işte bu dönemde ortaya çıktı, çıkarıldı. Yakın tarihimizde “12 Mart Muhtırası” olarak bilinen askeri müdahale, böyle bir ortamda, 1971 yılında yapıldı. Dönemin genelkurmay başkanı Memduh TAĞMAÇ (1904-1978), “Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı.” diyerek, aylar önce bu yöndeki uyanışın ve örgütlenmenin durdurulması gerektiğinin belirtisini vermişti. 12 Mart askerî müdahalesi sonucunda anayasanın yaklaşık 40 maddesi değiştirildi, temel hak ve özgürlükler sınırlandırıldı, binlerce genç, öğrenci, işçi, sanatçı sorgulandı, yargılandı, çeşitli işkencelere maruz kaldı, cezalandırıldı. Özetle 1961 Anayasası ile gelen özgürlükler ortamına, sanat ve kültür etkinliklerine, dernek ve sendika gibi demokratik kitle örgütlerine ciddi müdahaleler yapıldı. Bu nedenle “12 Mart”, gerçekte dikensiz gül bahçesi yaratma operasyonuydu, bir “mıntıka temizliği” idi. Ancak bu askerî müdahale ülkemizdeki demokratikleşme mücadelesini, hak ve özgürlükler doğrultusundaki toplumsal ve siyasal gelişmeleri engelleyemedi, süreç devam etti.
1975 yılından sonra siyasal kamplaşma ve anarşi dönemi bir başka boyut kazandı. Tüm ülkede ayrıştırılan, sağ ve sol olarak adlandırılan karşıt görüşlü gençlerin ağırlıklı olarak da yüksek öğrenim gençliğinin birbirini kırdığı, kırdırıldığı bir cinnet dönemi yaşanıyor, çatışmalar, ölümle sonuçlanan olaylar her geçen gün artıyordu. Bir günde ölen, öldürülen gençlerimizin, yurttaşlarımızın sayısı 20’yi geçmişti. Bu olaylar, çatışmalar, ölümler sanki böyle bir askerî darbeye hazırlanan zemin, bu yola döşenen taşlar gibiydi. Öyle de oldu; bu toplumsal ve siyasal ortam gerekçe gösterilerek (bahane edilerek) 12 Eylül 1980’de, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin gördüğü en önemli askeri harekât (darbe) gerçekleştirildi.
Peki ama “12 Eylül” neydi? Gerçekte neyi amaçlıyordu?
12 Eylül 1980’nin hemen öncesinde, 1979 yılında Başbakan Süleyman DEMİREL (1924-2015)’in, özel sektördeki başarılı çalışmaları nedeniyle Başbakanlık Müsteşarlığı görevine getirdiği Turgut ÖZAL (1927-1993), 24 Ocak 1980 tarihinde yeni bir ekonomik istikrar programı hazırladı. Ekonomi ve siyasal alanda “24 Ocak Kararları” olarak adlandırılan bu program ile ekonominin temel paradigması değişti. Ekonomide çok köklü ve yapısal dönüşümleri içeren bu program; dışa açılmayı, serbest piyasa ekonomisini, kapitalist dünya ile entegrasyonunu (bütünleşmeyi) amaçlıyordu. Bu nedenle, ülkemizde Cumhuriyet Dönemi’nde benimsenen ve “devletçilik” ilkesi ile ifade edilen karma ekonomi modelinin tasfiye edilmesi gerekiyordu. Bu ise en başta KİT olarak ifade edilen kamu iktisadi teşebbüslerinin özelleştirilmesi, çalışanların baskı altına alınması ve ücretlerinin kısıtlanması vb. uygulamalar ile mümkün olabilecekti. Ancak 12 Eylül 1980 öncesinin toplumsal ve siyasal ortamında, ekonomide bu köklü reformların yapılabilmesi kolay değildi. Çünkü o dönemde çok örgütlü ve güçlü olan ve “demokratik kitle örgütleri” olarak ifade edilen sendika, dernek, meslek odası vb. kuruluşlar; halkın büyük çoğunluğunun değil özel kesimin (girişimcinin) çıkarlarına öncelik veren bu ekonomik programa çok ciddi bir karşı duruş sergilemekteydi. İşte 12 Eylül 1980’de yapılan askerî darbenin temel nedenlerinden biri ve belki de en önemlisi, toplumun bu örgütlülüğünü dağıtmak, bu güçlü muhalefeti bastırmaktı. Bu nedenle 12 Mart 1971’de başlayan mıntıka temizliğini tamamlamayı amaçlayan 12 Eylül 1980 darbesi daha kapsamlıydı, daha radikaldi ve amacına da ulaştı..
12 Eylül 1980 Dönemi’nde Süleyman DEMİREL’in başbakan olduğu hükûmet görevden alındı. Büyük Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu’ndan oluşan çift meclisli Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) ve siyasal partiler kapatıldı, parti liderleri önce askerî üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı. 12 Mart 1971 Dönemi’nde büyük ölçüde değiştirilen 1961 Anayasası bu kez uygulamadan kaldırıldı, yaklaşık dokuz yıl süren bu dönemin suç ve suçlu bilançosu ise özetle şöyleydi:
1 milyon 683 bin kişi fişlendi, Devlet Güvenlik Mahkemeleri tarafından açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişi için idam cezası istendi, 517 kişiye idam cezası verildi ve bunlardan 50’si asıldı. İdamları istenen 259 kişinin dosyası, 1983 yılında yapılan seçimle yeniden oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gönderildi. 71 bin kişi Türk Ceza Kanunu’nun 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı, 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmakla suçlandı ve yargılandı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.
Aynı dönemde 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 31 gazeteci cezaevine girdi. 300 gazeteci saldırıya uğradı. 3 gazeteci silahla öldürüldü. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı ve 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü, 14 kişi açlık grevlerinde öldü, Cezaevleri, özellikle Ankara’da Mamak Cezaevi ve Diyarbakır Cezaevi adeta işkencehaneye dönüştü; öyle ki pek çok kişi işkenceden ve acıdan kurtulmak için kendini yaktı.. 16 kişinin kaçarken vurularak, 95 kişinin ise çatışmada öldüğü açıklandı, 73 kişiye doğal ölüm raporu verildiği, 43 kişinin intihar ettiği bildirildi.
12 Eylül 1980 Askerî Yönetimi’nin, kayıtlara geçen mıntıka temizliği özetle işte böyleydi. Silahlı güç, zorlama ve baskı ortamında; Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve asker destekli 24 Ocak 1980 ekonomik kararları; bu programın hazırlayıcısı olan Turgut ÖZAL tarafından rahatça uygulandı. Çünkü bu programın uygulanmasının önündeki engeller askerî yönetim tarafından kaldırılmış, “mıntıka temizliği” tamamlanmıştı.
24 Ocak Kararlarının hazırlayıp uygulayıcısı Turgut Özal, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra da görevini sürdürdü. Kurduğu parti (Anavatan Partisi-ANAP) ile 1983 genel seçiminde tek başına iktidara geldi ve Türkiye için çok yeni ve radikal sayılabilecek bu ekonomi programının uygulanmasında; Başbakanlık Müsteşarı, Başbakan Yardımcısı ve Başbakan olarak 1980-1988 yıllarında hep etkili oldu. Çünkü 12 Eylül 1980’de ve sonrasında askerî yönetim, Türkiye’deki toplumsal ve siyasal hayata ciddi biçimde müdahale ederken ve özellikle siyasi yapıyı yeniden düzenlerken, ekonomi alanında 24 Ocak kararlarına müdahale etmedi; Türkiye ekonomisinin bu yeni programının sürdürülmesinin bir nevi teminatı oldu.
Ülkenin makro ekonomik hesapları, 24 Ocaktan sonra dış dünyayı da dikkate alarak yapılmıştı. Bu amaçla özel sektörün ve girişimciliğin önü açılmış, yabancı sermaye girişine yönelik teşvik edici uygulamalara kolaylık sağlanmış, devletin ekonomideki payının küçültülmesi hedeflenmiş, süregelen “Devletçilik Politikası” sınırlandırılmıştır. Bu nedenlerle ekonomik yaşamın tüm alanlarına, sektörlerine getirdiği yenilikler ve açılımlarla 24 Ocak kararları Türkiye’de kapitalistleşme ve liberal ekonomiye geçiş sürecinde bir kırılma noktası, kabuk değişimi ve Cumhuriyet tarihinin en radikal ekonomik hamlesi olarak kabul edilir.
Ancak geçen 40 yıllık süreçte, bir de 24 Ocak Ekonomi Programı’nın ve 12 Eylül Askerî Darbesi’nn ortaya çıkardığı ve toplumun çoğunluğuna, halkın aleyhine olan bazı olumsuz sonuçlar vardır ki bunlar şöyle özetlenebilir:
Modern Türkiye’nin kuruluş felsefesinden ve dayandığı temel ilkelerden ciddi şekilde uzaklaşıldı. Ekonomi alanında “devletçilik” yok edildi; Cumhuriyet’in ekonomik alandaki kazanımları, yatırımları, fabrikaları, tesisleri kuruluşları tek tek özelleştirildi, satıldı. Laiklik ilkesi zedelendi; aydınlanma ve modernleşme sürecinden uzaklaşıldı Devletimizin; insan haklarına dayanan sosyal, demokratik hukuk devleti olma özelliği adeta anayasada yazılı birer ilke olarak (kağıt üzerinde) kaldı.
Öte yandan Türkiye’de son 40 yılda, gelir dağılımın bozulmasında en önemli etkiyi, 1980 sonrası uygulanan ekonomi politikaları yapmıştır. 24 Ocak kararlarının, IMF’in istekleri yönündeki ekonomi politikalarının ve sendikaların etkisiz kılınmasının sonucunda; çalışanlar baskı altına alınmış, maaş ve ücret artışları sınırlı tutulmuş, üretilen pastadan (milli gelirden) ücretlilerin aldıkları pay azalmış, gelir dağılımındaki uçurum ve yoksulluk artmıştır.
12 Eylül 1980’den 40 yıl sonra, 2020 yılında, ülkemizde “tek adamlık” tartışması yapılıyor ve 16 Nisan 2017’de yapılan referandum ile kabul edilen “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin, Türkiye’yi “tek adam” yönetimine götürmekte olduğu söyleniyor. 12 Mart 1971 Muhtırası ve 12 Eylül 1980 Darbesi ile yapılan mıntıka temizliği olmasaydı; iki yüz yıldır aydınlanma ve modernleşme mücadelesi sürdüren ve yaklaşık yüz elli yıllık parlamentarizm deneyimi olan bu toplumda “tek adamlık” tartışması olabilir miydi? Bu soru şöyle de sorulabilir: Toplumsal, ekonomik ve siyasal gelişmelere, demokratikleşme sürecine çeşitli müdahaleler yapılmasaydı; bu toplum tek adamlığa böyle kolayca teslim olabilir miydi ya da tek adamlık bu toplumu teslim alabilir miydi?
Ama yine de Türkiye tek adamlığa teslim olmadı, zaten tek adamlık da Türkiye’yi teslim alamadı. Galiba şu günlerde yaşadığımız “sancı,” işte bu sancı! Sistem tıkandı çünkü! Yeniden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden (tek adamlıktan), Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin en önemli karar organı olduğu sisteme (egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu parlamenter sisteme) dönüşün belirtileri var. Bu yöndeki süreç ve mücadele devam ediyor.
Demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, hak ve özgürlüklerden, adalet, ahlak ve vicdandan yana olanlar kazanacaktır diyorum ben; ya siz!